Türk sermaye devleti 1952’den beri ABD emperyalizmi ile sıkı ilişkiler içinde bulunuyor. Emperyalist savaş aygıtı NATO’nun “Güney kanadının bekçisi olmakla övünmek” ise, AKP şefi başta olmak üzere, tüm düzen siyasetçilerinin ‘iftiharla’ tekrarladıkları bir nakarat. Halen de NATO’nun en büyük ikinci ordusu Türkiye’de bulunuyor. Ülkenin farklı noktalarında bulunan NATO üslerindeki atom bombalarının sayısı ise tam bilinmiyor.
ABD’nin emperyalist/kapitalist dünyanın jandarmalığına başladığı dönemde başlayan bu iş birliğinde nitelik anlamda bir değişiklik olmadı. Bu süreçte Türkiye’nin ekonomik, siyasi, askeri, diplomatik gibi temel alanlarda kıblesi hep Washington oldu. Bunun böyle olması, Türk sermaye devletinin çıkarları için arada bir manevra yaptığı gerçeğini değiştirmez. Nitekim Adnan Menderes, Süleyman Demirel gibi Türkiye’de sağcı-gerici siyasetin önde gelen temsilcileri bile, dönemin Sovyetler Birliği ile ilişkiler geliştirmiş TÜPRAŞ Aliağa, İsdemir, Seydişehir Alüminyum gibi dev işletmeler Sovyet kredisi ve teknolojisi ile kurulmuştur. Oysa hem Demirel hem Menderes ABD ile sıkı iş birliği içindeydi. Demirel’in Amerikancılığı o kadar belirgindi ki, “Morrison Süleyman” diye anılıyordu.
Türkiye’de düzen siyaseti adına sahneye çıkan figürlerin ABD ile temas etmeleri ve Beyaz Saray’ın onlara şu veya bu şekilde “yeşil ışık” yakması adettendir. Bu konuda AKP-MHP ikilisinin bir farkı olduğunu vurgulamak gerek. Zira bu iki parti doğrudan doğruya bir Amerikan imalatı olarak siyaset sahnesine çıkmıştır. Talat Turhan “Özel Savaş, Terör ve Kontrgerilla” adlı kitabında MHP’nin NATO kapsamında kurulan Gladio/Özel Harp Dairesi ile bağlantılarını ortaya koyar. Merdan Yanardağ ise “Bir Amerikan Projesi olarak AKP” adlı kitabında AKP’nin kuruluş sürecinde Siyonist lobi ile ABD’nin oynadığı rolü somut bir şekilde gözler önüne seriyor. AKP-MHP koalisyonunun “yerli/milli” safsatasını ortaya atması tesadüf değil. Bu dinci-faşist zihniyete göre “bir rejim ne kadar Amerikancıysa o kadar yerli ve millidir.”
Hal böyleyken Saray rejiminin başı Erdoğan, kimi zaman sanki Amerikan karşıtı biriymiş gibi kendini pazarlamaya çalışıyor. Gerçeği tersyüz eden bu safsatayı iç politika malzemesi kullanıyor. Tabii her “ABD karşıtı” söz sarf ettiğinde, Washington’daki şeflere durumu izah etmesi için Saray’ın “gölge dışişleri bakanı” diye anılan İbrahim Kalın’ı görevlendiriyor. AKP şefi bu sahte gösteriyi alakasız bir olay üzerinden 3 Nisan’da bir kez daha tekrarladı.
ABD'nin Türkiye Büyükelçisi Jeffry Flake, 29 Mart’ta CHP Genel Merkezi’ni ziyaret ederek Kemal Kılıçdaroğlu ile görüşme yapmıştı. Amerikalı diplomatın “rutin” görüşmelerinden biriydi. Ortada saklı/gizli bir şey yoktu. Büyükelçi seçimlere doğru Türkiye’deki düzen siyasetçileriyle fikir alışverişinde bulunuyor, nabız yoklayıp Washington’a rapor ediyor.
Durum bu iken AKP şefi, bu görüşmeyi “olağan” kabul etmedi. Çok hiddete kapılmış havası veren bir açıklama yaparak tepki gösterdi. “Amerika'ya bu seçimlerde bir ders vermemiz lazım” dedi ve şu sözleri sarf etti:
“Joe Biden oradan konuşuyor, Biden'ın buradaki büyükelçisi ne yapıyor? Gidiyor bay bay Kemal'i ziyaret ediyor. Ayıptır, biraz kafanı çalıştır. Sen büyükelçisin. Senin buradaki muhatabın Cumhurbaşkanı'dır. Sen bundan sonra hangi yüzle Cumhurbaşkanı'ndan randevu isteyeceksin? Bizim kapılar kapandı ona, bir daha göremezsin. Niye? Haddini bileceksin. Büyükelçi olarak görevini bileceksin. Bir büyükelçi nasıl çalışır, bunu öğreneceksin. Bunu öğrenmediğin takdirde bu kapı öyle yol geçen hanı değil, giremezsin.”
Bu sözlerin tümü uydurma bir gösteriyi çağrıştırıyor. Zira büyükelçinin “özel bir muhatabı” yok. Tersine, farklı kişi ya da kurumlarla görüşmek büyükelçilerin “olağan” işleri arasındadır. Elbette Erdoğan da bunu çok iyi biliyor. Ancak mesele, seçim propagandası yapmak için bir fırsat bulduğunu düşünmüş olmasıdır. Oysa bu uydurma “sert çıkış” onun daha belediye başkanı iken Siyonist lobi ile Washington’dan gelen heyetlerle yaptığı gizli görüşmelerin hatırlanmasına vesile oldu. AKP şefine Amerika ile Siyonist lobi “yürü ya kulum” demeselerdi hiçbir zaman başbakan olamazdı. Amerika’ya ders vermekten söz eden bu kişi, 2003 yılında kendisine kızan Bush yönetimine gönderdiği elçiler aracılığıyla şu mesajı iletmişti: “Recep Tayyip Erdoğan’ı çukura süpürmeyin kullanın!”
Tam da öyle oldu. Onu çukura süpürmediler ve bunun karşılığında tepe tepe kullandılar. Amerika’nın neo-conlar diye anılan neo-faşistleri, Tayyip Erdoğan AKP’sini Ortadoğu halklarına “Ilımlı İslam Modeli” diye pazarlamaya kalkıştılar. Bu uğursuz model alıcı bulmadı ancak Suriye başta olmak üzere bölge halklarına karşı yürütülen tüm savaşlarda pervasızca suç ortaklığı yaptı.
Hal böyleyken pişkin pişkin Amerika’ya ders vermekten söz edebiliyor AKP şefi. Hegemon güç olarak zayıflayan ABD ile kimi zaman tabii ki, “at pazarlığı” yapıyor. Belli çıkarları için bu durumu fırsata çevirmeye çalışıyor. Belirtelim ki, verili koşullarda Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman çok daha fazlasını yapıyor. Kısacası belli sefil çıkarlara endeksli pazarlıkların yapılmasının ABD ya da emperyalistlere karşı durmakla hiçbir alakası yoktur. Bir kez daha vurgulamak gerekiyor ki, emperyalistlerin imal ettiği gerici partilerin anti-emperyalist ya da anti-Amerikancı havalarına bürünmeleri, kaba sahtekarlıktan başka bir anlam taşımıyor.