Almanya ekonomisi dünyanın en üretken ve en stabil ekonomilerinden biridir. Bu gerçek 2019 bütçesiyle bir kez daha teyit edildi. Geçen hafta yapılan açıklamalara göre, Almanya bütçesi tam 13.5 milyar Euro fazla verdi. Bu fazlalığın, dünya kapitalizminin gittikçe derinleşen bir krizle boğuştuğu bir konjonktürde gerçekleşmesi ayrıca kayda değerdir.
Burjuva politikacılar bu rekor fazlalığı göğüsleri kabararak açıklamaktan geri durmadılar. Öyle ya, onlarca ülkenin derin bütçe açıkları yaşadığı bir dönemde bu fazlalık kendileri için gurur verici olsa gerek!
Kapitalizmin onulmaz çelişkisi: Servet-sefalet kutuplaşması
Sömürü ve yağma üzerine kurulu olan kapitalist sistemde devletin zenginliğinin toplumun zenginliği anlamına gelmediği aşikardır. Çıkarları taban tabana zıt burjuvazi ile emekçi sınıflardan oluşan bir toplumda, birinin zenginliği ancak diğerinin yoksulluğu pahasına olmaktadır. Bu yüzdendir ki, işçi ve emekçiler için bu bütçe fazlası gururun değil, olsa olsa utanç verici bir adaletsizlik, gelir uçurumu, sosyal yıkım ve yoksullaşmanın belgesi olabilir ancak.
Burjuva politikacılar, fazlalığa yol açan sebepler olarak, vergi gelirlerinin beklenenden fazla olması, faizlerin düşüklüğü, yatırımların kısılması gibi faktörleri gösterdiler. Bunlar birer faktör olsa da esas sebeplerin bunlar olmadığı açıkır. Aksine bunlar, burjuva toplumdaki sömürü ve yağmanın üstünü örtmeye yarayan demagojik açıklamalardır.
Gerçek şu ki, Almanya’da biriken bu devasa zenginliğin esas kaynağı, neo-liberal politikalarla kazanımları günden güne gasp edilen ve ciddi bir sosyal yıkıma maruz bırakılan emekçi sınıflardır.
Bu bütçe işçi ve emekçiler için taşeronlaştırma demektir mesela. En tanınmış şirketler bile taşeron işçi çalıştırmakta, Almanya sayıları milyonlara varan bir taşeron cumhuriyetine dönmüş bulunmaktadır. Taşeronlaştırma ise düşük ücretler ve iş güvencesinden yoksunluk demektir her şeyden önce. Çalışan yoksullar gerçeği var artık bu ülkede. Çalıştığı halde ay başını getiremediği için ek iş yapmak zorunda olanların sayısı hiç de az değil.
Bu zengin ülkede yoksulluk büyüyor. 80 milyonluk ülkede, nüfusun yaklaşık dörtte biri, yani 20 milyon insan yoksul veya yoksulluk sınırında yaşıyor. Yoksullar içinde emekliler, işsizler, yalnız başına yaşayan çocuklu kadınlar ve çocuklar başta geliyor. Çalışmak zorunda olan çok sayıda emekli var. Uzun süre işsiz kalanlara verilen sosyal yardım 400 Euro veya biraz yukarısıdır ki, ülke standartlarına göre bu açlık sınırına denk düşmektedir. Her on kişiden biri sosyal yardım almaktadır.
Bedava gıda maddeleri dağıtan, “Tafel” denilen kurumlar var Almanya’da. Çeşitli marketlerin bağışlarından oluşan bu gıda maddeleri sosyal yardım alan insanlara dağıtılıyor. Yaklaşık 1,5 milyon kişinin bu yardımlara muhtaç durumda olduğu söyleniyor. Bir başka deyişle, ülke nüfusunun yaklaşık yüzde 2’si deyim uygunsa “bir ekmeğe muhtaç” halde yaşıyor. Bu, bu denli zengin bir ülke adına sadece akıl dışı değil, utanç vericidir aynı zamanda.
Bütçe fazlasının kaynaklarından biri olarak sayılan vergi gelirlerinin ezici çoğunluğu da işçi ve emekçilerden toplanan vergilerdir. Daha maaşı eline geçmeden vergisi kesilmektedir ücretli insanların. Almanya, emekçilerin yüksek vergilerle soyulduğu ülkelerin başında gelmektedir. Buna karşılık sermaye sınıfı, kendilerine tanınan vergi muafiyetleri, teşvikler, aflar vb.nin yanı sıra, vergiyi kaçırmakta da ustadır. Tıpkı emekçilerin emeğini çalmakta olduğu gibi...
Eğitim ve sağlık adım adım özelleştiriliyor. Bu alanlara yapılan yatırımlar gittikçe azalıyor ve kalitesi düşüyor. Okullar, ana okulları ve çocuk yuvalarının durumu içler acısı. Her alanda ciddi bir öğretmen açığı var. Yenilenmeyen eski okul binaları, araç-gereç yetersizliği vb. de bu ülkenin acı gerçekleri arasında.
Sağlık sisteminde de eğitimde olduğu gibi ciddi bozulmalar var. Hastaların ilaca ödediği pay artıyor. En gerekli bazı testler paralı hale gelmiş bulunuyor. Paranız yoksa bunları yapamıyorsunuz. Sağlık sigortalarının gün geçtikçe daha az şeyi karşıladığını insanlar hastalandıklarında fark ediyorlar. Daha ucuza çalıştıkları için yabancı ülkelerden getirilen doktorların sayısı gittikçe artıyor. Bu insanlar dil probleminden dolayı hastalarla ciddi iletişim sorunu yaşayabiliyorlar.
Ülkeyi bir ahtapot gibi saran geniş demiryolu ağına rağmen çok pahalı olduğu için insanlar trene binemiyorlar. Hızlı tren fiyatları uçak fiyatından bile daha fazla. Otomobil endüstrisi ekonomide önemli bir yer tuttuğu için, tüketimi arttırmak için insanlar otomobil kullanmaya mecbur bırakılıyor adeta. Diğer şeylerin yanı sıra artan otomobil sayısı havayı daha çok kirletiyor. Dolayısıyla, çevreyle ilgili alınacak önlemler konusunda edilen lafların, hiçbir karşılığı olmayan ikiyüzlülükten başka bir anlamı yok.
Emeğin verimliliği ve teknolojinin son derece gelişkin olduğu Almanya’da insanlar hala en az 8 saat çalıştırılmaktadır. Psikologlar, yoğun çalışmaktan ve iş stresinden dolayı bunalıp hastalanan insanlarla dolup taşmaktadır. Yanı sıra iş stresinden kurtulmak ve emekli olabilmek için psikolojik rapor almaya çalışan insanların sayısı da az değil. Cezaevleri, işsiz veya ağır iş yaşamına girmekten korkan ve kolay para kazanmak için kriminal işlere bulaşan gençlerle dolup taşıyor. Artan suç oranları şehirleri ve sokakları daha da güvensiz hale getiriyor.
Bütün bunları polis devleti uygulamaları tamamlıyor. Zira bu yaman çelişkilerin ve dengesizliğin başka türlü sürdürülebilmesi mümkün değil.
Varlık içinde yokluk çekilen bu ülkede, fazla veren bütçeden emekçilerin payına düşen, daha fazla ve daha ağır şartlarda çalışmak, hayat pahalılığı, daha fazla yoksulluk, daha fazla ırkçılık, daha fazla siyasal baskı ve daha fazla aşağılanmaktan başka bir şey değildir.
Çözüm, sorunun kaynağı olanlardan beklenemez!
Sosyal sorunların neden çözülemediği açıklanmaya çalışılırken, bazı demagojik argümanlar sıralanır. Bunlar kaynak yetersizliği, geri kalmışlık, rekabet gücünün zayıflığı, hızlı nüfus artışı, göçmen akını vb.’dir.
Bu argümanların hiçbiri Almanya için geçerli değildir. Zira Almanya dünyanın en büyük üçüncü ekonomisidir. Otomotiv, kimya, makine, savunma sanayii vb. alanlarda ya birinci ya da başa yarışıyor. Dünyada ihracat rekoru kırıyor. Her tarafından zenginlik taşan, devasa kaynaklara sahip bu ülkede insanların yoksul olması akıl dışıdır. Bu ülke sosyal sorunları bir çırpıda çözebilecek olanaklara ve alt yapıya sahip olduğu halde bunu yapmıyorlar. İşte bunun açıklaması kapitalizmdir. Amacı sadece “kâr ve daha fazla kâr” olan, insanlığı ve doğayı yıkıma sürükleme pahasına bunu sürdüren kapitalist özel mülkiyet düzenidir.
Buna rağmen Alman burjuva medyası göçmenleri yoksullaşmanın sebebi olarak gösterme arsızlığı gösterebiliyor. Bunu medet umduğu ırkçılığı geliştirmenin bir olanağı olarak kullanabiliyor. Oysa ülkeye gelen genç göçmenlerin ucuz işgücünden sonuna kadar faydalanıp, onları acımasızca sömürenler onlar.
Bütçe fazlası nereye harcanacak?
Şimdilerde ülkede bütçe fazlasının nerelere harcanması gerektiği üzerine çeşitli tartışmalar yürütülüyor. Alman burjuvazisinin has temsilcisi CDU utanmadan kapitalistlere vergi indirimi talep edebiliyor. SPD sözüm ona daha “sosyal” bazı talepler ileri sürse de, esasa ilişkin bir şey söylememeye özen gösteriyor. Die Linke, alt ve orta sınıfın vergi yükünün hafifletilmesi, sosyal ödeneklerin arttırılması, herkese geçinebileceği bir ödemenin yapılması yönlü talepler dillendirse de, sistemi sorgulayan ve zorlayan talepler ileri sürme tutarlılığı gösteremiyor. Böylece sistemin çatlaklarında politika yapmaktan öteye gidemiyor
İleri sürülen bir diğer talep, birleşmeden sonra eski DDR’in “imarı” amacıyla alınan “dayanışma” vergisinin kaldırılması. Alman devleti, hiç de ihtiyacı olmadığı halde, bu vergi sayesinde yıllarca emekçinin cebindeki parayı gasp etmekle kalmadı, aynı zamanda emekçiler arasında sosyalizme karşı önyargıları kaşımak suretiyle anti-komünizm propagandasına güç kazandırdı. Nihayet “amaç hasıl olmuş” olmalı ki, kaldırmayı gündemine alıyor.
Bütçe fazlası temelde işçi ve emekçilerin çalışma ve yaşam koşullarının daha da ağırlaştırılması sayesinde elde edilmiştir. Dolayısıyla Alman burjuvazisinin emekçilerden gaspettiği bu parayı tekrar onlara geri vermeyeceği kesindir. Alman devleti bu parayı, polis devletini daha fazla tahkim etmek, daha fazla militarizm, ırkçı-faşist örgütleri daha fazla desteklemek ve dünyanın çeşitli bölgelerinde egemenlik alanları kurmak için harcayacaktır.
Sınıf mücadelesi çözücü halkadır!
Sınıflar arasında gittikçe büyüyen uçurum, sonu gelmeyen sosyal yıkım saldırıları ve toplumda artan yoksulluk işçi ve emekçiler cephesinde ciddi bir öfke birikimine yol açıyor. Bu sınıfın her çıkışı güçlü ve köklü sendika bürokrasisi tarafından dumura uğratılsa bile, kendine bir çıkış arama, mücadele isteği ve çabası devam ediyor. Sendika bürokrasisi gün geçtikçe daha çok sorgulanıyor ve yer yer onu aşma çabaları göze çarpıyor.
Alman burjuvazisinin, dünyada ve komşusu Fransa’da sonu gelmeyen kitle hareketleri ve grevlerin korkusunu ensesinde hissettiğinden kuşku duymamak gerekiyor. Bu aynı olgunun Alman işçi ve emekçileri için bir umut ve cesaret kaynağı olduğunu da unutmamak gerekiyor.
Her yerde olduğu gibi çözücü halka sınıf mücadelesidir. Bunun öznesi olacak güçler ise yerlisi ve göçmeniyle sınıf devrimcileridir. Devasa zenginliğin biriktiği bu topraklarda, işçi sınıfının kölece çalışmayı reddetmek, kazanımlarını korumak, yeni kazanımlar elde etmek ve geleceği kazanmak için sınıf mücadelesini geliştirmekten başka çaresi yoktur. O yüzden önümüze çıkan her fırsatı sınıf mücadelesini geliştirmenin bir manivelası yapmalıyız.
Bütçe tartışmalarını kapitalizmi teşhir etmenin olanağına çevirmeli, sürece kendi sınıfsal ve devrimci taleplerimizle dahil olmalıyız. Ücretlerde kesintiye gitmeden iş saatlerinin düşürülmesi, çevreye zarar veren üretim tekniklerinin terkedilmesi, ulaşım, eğitim ve sağlığın ücretsiz olması, herkese iş tüm çalışanlara iş güvencesi, vergilerin düşürülmesi, işten atmaların yasaklanması vb. taleplerle mücadeleyi yükseltmeliyiz.
Alman devleti güçlü ekonomisi ve deneyimli burjuvazisi ile dünya gericiliğinin önemli bir kalesi durumundadır. Fakat tersinden, üç milyonu sanayi proletaryası olmak üzere, 43 milyon çalışanıyla bağrında güçlü mücadele dinamikleri de barındıran bir kale bu. Bu potansiyeli açığa çıkarmaya dönük her çaba, bu güçlü kalede bir gedik açmaya, dolayısıyla dünya gericiliğini zayıflatmaya hizmet edecektir.
101. ölüm yıldönümünde andığımız Rosa Luxemburg’un, “Berlin’de düzen hüküm sürüyor! Sizi budala zaptiyeler! Kum üzerine kurulu sizin ‘düzeniniz’. Devrim, daha yarın olmadan, zincir şakırtıları içinde yeniden doğrulacaktır ve sizleri dehşet içinde bırakıp, trampet sesleri arasında şunu bildirecektir: Vardım. Varım, var olacağım!” sözleriyle bize bıraktığı devrimci mirasa bağlılık da bunu gerektiriyor.