Koronavirüs salgını yayılma hızıyla birçok ülkede tüm günlük yaşamı felce uğrattı. Türkiye’de ise yakın günlere kadar yaşamın olağan akışına devam ettiğini gösteren manzaralar yansıyabildi. Bazı alanlarda hala da süren bir durum bu. “Evde kal” çağrıları sırasında Kanal İstanbul ihalesini yapanlar, özellikle din istismarcılığına dayalı gerici politikaları uygulamakta salgın vb. engeller tanımıyorlar. Birçok politik hamle ötelenirken gerici politikalar daha büyük bir titizlik ve kararlılıkla hayata geçiriliyor. Krizi fırsata çevirme mantığıyla, AKP’nin temsil ettiği gericilik daha yoğun şekilde yaşamın her alanına yediriliyor.
Bunun dini hassasiyetlerle bir ilgisi yok elbette. Örneğin sarayın bir parçası olan Beştepe Millet Camisi’nde bir miktar seçilmişle Cuma Namazı kıldırmak, dinin sarayın tahakkümünde olduğunu vurgulamaktan başka bir amaç taşımamaktadır. “Yasağa rağmen cuma namazı” kılınmış olması olayın tali yanıdır. Namazı Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın kıldırması ve herhangi bir caminin değil de sarayın tercih edilmesi başlı başına bir mesaj içermektedir. Canlı yayınlanması ise sadece dini bir görevin yerine getirilmesinin sahnelenmesi değil, AKP-Erdoğan iktidarının “kudretini” topluma empoze etmenin bir yoludur.
Dinsel gericiliğin yaygınlaştırılması çabası, evden eğitim almaya başlayan çocuklara din dersi ağırlıklı programların sunulmasıyla da öne çıkıyor. Ders aralarında ilahiler okunması vb. ile ne yapılmak istendiği bellidir. Bunun inançla ya da eğitimle bir ilgisi yoktur. Hedef, genç nesilleri dinsel gerici ideolojiyle yoğurmaktır. Aynı mantık, Adnan Menderes’in idamının yayınında da kendisini gösteriyor. AKP’nin “şehit bir kahraman”a çevirmeye çalıştığı Menderes’in bugün genç kuşaklara izlettirilmesi basit bir hamle gibi görünebilir. Fakat burada da çocukların bilincine geçmişten bugüne dinci-gericilerin mağdur edildikleri düşüncesinin aşılanmak istendiği unutulmamalıdır. Küçük çocukları etkileyebilmek için olayın animasyon çizgi filmle yansıtılması, bunun AKP’nin çok önceden düşündüğü bir politik hamle olduğunu göstermektedir.
Bu dinsel istismar mantığı, umreden dönenleri kontrolsüzce evlerine yollamak, böylece Türkiye’de koronavirüsün daha çok yayılmasına neden olmak üzerinden de yansımıştır. Kendi kitle tabanını karantina almaya bile gücü olmayan gerici-faşist iktidar, destekçilerine ayrıcalıklar sağlayarak, ayakta kalabileceğini sanıyor. Fakat çıkara dayalı her ortaklık gibi bu da bir gün geldiğinde çökmeye mahkumdur. Bugün yaşanan salgının yayılma hızındaki sorumlulukları, salgına rağmen kapatmadıkları fabrikaların işçileri tarafından elbet bir gün kendilerine hatırlatılacaktır.
Dünyanın yarısı evlerinde pandemiyi atlatmaya çalışırken Türk sermaye devletinin gerici programında bir değişiklik yok. Hatta onlar bu salgını fırsata çeviriyor, geçmiş dönemlerde karşılarına çıkan yürütmeyi durdurma kararları, eylemli protestolar, basın teşhirleri vb. gibi dertlerinden de sıyrılmış olarak gerici hamlelerini yoğunlaştırıyorlar.
Levent’te kalmış tek yeşil alanı, “2. Süleymaniye” olacak propagandasıyla 20 bin kişilik bir camiye çevirme projesinin koronavirüs günlerinde geceli-gündüzlü devam ettirilmesinin başka bir nedeni olabilir mi? Halkın yoğun bakım ünitesine ihtiyaç duyduğu şu günlerde onların siyasal programı da işleyiş mantığı da aynen kalmaktadır. Onlar için sorun ihtiyaçlar değil, sembollerdir. Dev bina kategorisindeki Çamlıca Camisi’nden Taksim Meydanı Camisi’ne, Validebağ Korusu Camisi’nden Levent’te “2. Süleymaniye Camisi”ne hepsi doğayı hoyratça yağmalama ve talan etme zihniyetinin ürünleridir.
AKP iktidarı, gelecek planları için din istismarcılığını yoğunlaştırmaya ve gericiliğe yatırım yapmaya devam etse de korona günlerindeki genelgelerini güdümündeki “Bilim Kurulu”na dayandırarak, toplumsal meşruiyet yaratmaya çalışıyor. Zira AKP gericiliğinin temsilcileri de bu salgının ancak bilim insanlarının çalışmaları doğrultusunda aşılabileceğini, tedavi ve korunmanın ancak sağlık emekçilerinin, biyologların, tıp ve sağlık alanında eğitim gören emekçilerin çabalarıyla çözüleceğini inkar edemiyorlar. Ne var ki bilim için çalışanların ödeneklerini kesenler, TÜBİTAK gibi kurumları dahi devlet aklıyla sınırlandıran, düne kadar bir nebze de olsa bilimle uğraşan her türlü kurumu dinsel gericiliğin kalesine çevirenler, toplumsal meşruiyet zemini yaratmak ihtiyacı olmadıkça toplumda bilimi değil, imanı-inancı öne çıkarıyorlar.
Bugün dünyanın neresinde din istismarcılığına sarılan bir düşünce varsa hep aynı noktada tıkanıyor. Haberlerde bir ülkenin bir profesörünün aşı geliştirdiği, başka bir ülkede doktorların farklı tedavi metotları denediği tartışılırken, çoğu ülkedeki sermaye hükümetlerinin sözcüleri de dualarla süreci atlatma çağrıları yapıyor. Zira gericilik salt Türkiye’ye ya da İslam toplumlarına özgü bir şey değil. Hindistan’dan İspanya’ya, Güney Amerika’nın genelinden ABD’ye inanç temelli iktidarlar onyıllardır işçi ve emekçileri dinle terbiye etmeyi sürdürüyorlar.
Dünya devletleri tarihinde salgınlara karşı önlemden toplumsal sağlık düzenlemelerine kadar her adımda örnek alınabilecek ön önemli deneyimleri, başta Sovyetler Birliği olmak üzere sosyalist ülkeler yaratmıştı. Emperyalist-kapitalist zincire bağlı ülkelerde “sosyal devlet” adı altında, özellikle sağlık alanında inşa edilen güdük kopyalar, bu salgın döneminde de görüldüğü gibi çoktan iflas etmiştir. Kapitalist sistemi yıkana kadar, eğitime ve sağlığa bütçe talebiyle burjuva iktidarların ve hükümetlerin gerçek yüzlerini teşhir etmek bir zorunluluktur. Yoksa gerici iktidarların yetiştirdiği ve bilim dışı hurafelerle yoğurduğu kuşaklar, salgın ve savaşların yanı sıra kapitalizmin ücretli kölelik koşullarında ölüme mahkum olmaya devam edeceklerdir.