“- Ülkenizde faşist var mı?
– Faşist olduklarını bilmeyen ama
zamanı geldiğinde bunu öğrenecek
bir sürü insan var!”[1]
İbrahim öldü(rüldü)… Helin ve Mustafa da öyle… Biri adil yargılanabilmek, diğerleri ise türküleri üzerindeki yasakların kalkması için girdikleri ölüm orucunda sonuna dek yürüdüler… Geride acıları kaldı… Ve yüreklere gömülen öfkeleri…
Acı ve öfkeyi şimdilik bir yana bırakalım. Ama yitirdiklerini kavlince uğurlamak, onun yasını tutmak, bir insan(lık) hâlidir. Kimi cenazesini toprağa gömer, kimi yakıp küllerini savurur, kimi ağıt yakar, kimi mumyalar… Dedim ya, insanlık hâl(ler)i.
Peki ya İbrahim’in cenazesini uğurlamak üzere Gazi cemevinde toplananları biber gazına boğmak? Cemevi morgunun kapısını kırıp cenazeyi aileden kaçırmak? Kayseri “Ülkü” Ocakları başkanının İbrahim’in memleketi Kayseri’de gömüleceğinin açıklanması üzerine “Cenaze merasimi düzenlemek ülkücüler varken mümkün değildir; eğer böyle bir eyleme teşebbüs ederlerse başları da vücutlarında olmayacaktır,” yollu twit’ler atması? Kentin sokaklarında (üstelik de sokağa çıkma yasağının yürürlükte olduğu saatlerde, polislerin “sevecen” bakışları altında) “Cenazeyi buraya gömdürtmeyiz, gömülürse çıkartıp yakarız” afra-tafrasıyla nümayiş yapan yeni yetmeler? Cenaze sonrası mezarlık önünde videoya çekilen “polis elbet buradan çekip gidecek, o zaman çıkartıp yakacağız” tehditleri? Ve sosyal medya âleminden yükselen “hain, terörist, leş” tezahüratı?
Şunu görmek gerek; ülkedeki iklim giderek zehirleniyor.
Uzaklara gitmeye gerek yok; Gazi Cemevi’nin güvenlik güçlerince basıldığı, İbrahim’in cenazesini memleketine uğurlamak isteyenlerin üzerine gaz bombaları salındığı sırada, ya da kendilerini “vatansever, milliyetçi vb.” olarak niteleyen zorbalar Kayseri sokaklarında hezeyan gösterileri yaparken, iki kadın, Esra Elönü ve Sevda Noyan TV ekranında ellerindeki ölüm listelerinden söz edip kaç kişiyi öldüreceklerini yarıştırıyorlar. Birkaç gün önce, CHP’li Canan Kaftancıoğlu ve Özgür Özel’e “darbe çağrısı” yaptıkları asparagası üzerinden ölüm tehditleri yağdırılıyor. İnsan hakları savunucusu Ragıp Zarakolu’nun “böyle giderse sonunuz hayırlı olmaz” mealli yazısından dolayı Cumhurbaşkanı ve çevresi velveleye veriyor ortalığı. Aktroller bir kez daha sokaklara dökülmekten, vurup kırmaktan, asıp kesmekten dem vuruyorlar. Bu arada mafya işlerine bulaşmış, “Hanımağa” lakaplı eski polis, sabıkalı bir kadın, sosyal medyada bir başka mafya babasına tehditler savuruyor… “Yargı” görmüyor, duymuyor, susuyor…
Tüm bunlar, bir ABD dolarının 7 küsur lirayı bulduğu, işsiz sayısının 10 milyonu geçtiği,[2] milyonlarca esnafın Covid-19 salgını nedeniyle kapatmak zorunda kaldığı kepenklerini yeniden açıp açamayacaklarının belli olmadığı, insanlarda çarşıya-pazara çıkacak hâl kalmadığı, bir “gıda krizi”nin kapıda olduğunun sık sık dile getirildiği ve karantina sonrası “normalleşme”nin nasıl cehennemi bir sahneye açılacağını kestiremediğimiz bir ortamda gerçekleşiyor.
Cinnet kareleri eşliğinde… Menderes’te bir Mehmetcan’ın bir sokak köpeğini yakıp görüntüleri sosyal medyada paylaştığı… Denizli’de eşini bıçakladığı için girdiği cezaevinden infaz indirimiyle çıkan adamın çıkar çıkmaz oğlunu öldürdüğü… Gaziantep’te eşinin boğazını kesenin ise infaz indirimiyle cezaevinden çıkıp kızını işkenceyle öldürdüğü… Kadınların sokak ortasında boğazlandığı… Toplu intiharların baş gösterdiği ve intihar edenlerin “ateist” oldukları için intihar ettikleri haberlerinin gazetelerde yer alabildiği…[3] İmamların, Kur’an kursu hocalarının el kadar çocuklara tecavüz ettiği… Eskişehir’de bir kadının 14 yaşındaki kızını kendi erkek arkadaşıyla birlikte olmaya zorladığı, kızının çıplak resimlerini sevgilisiyle paylaştığı…[4] İstanbul Bahçelievler’deki Ermeni Kilisesi’nin kapısının yakılmak istendiği ve gözaltına alınan zanlının “Corona virüsünü bunlar başımıza getirdiği için yakmak istedim,” dediği…
Örnekler sayfalar boyu uzar gider…
Şunu söylemekte beis yok, bu ülkede bugün üç kriz eğrisi kesişmiş durumda: ekonomik-siyasal ve sosyo-kültürel, giderek beşerî…
Bilinir, iktisadi krizler, genellikle siyasal krizleri tetikler – ve siyaset genellikle çözümleyici sonuçları üretir: Seçime gidilir, iktidar güven tazeler ya da değişir veya halk sokaklara dökülür, hükümeti istifaya zorlar vb… Nihayetinde radikal ya da reformist, yeni iktisadi politikalar devreye sokulur, halkı ferahlatacak önlemler alınır, güven tazelenir, ve… Yola devam edilir.
Ancak iktisadi (ve onun tetiklediği siyasal) krizin sosyo-kültürel (giderek beşerî) bir krizle kesişmesi, tehlikelidir. Yönünü yitirmişlik duygusunu yaşayan, bir arada yaşama iradelerinden soyunmuş, değerler sistemi dağılmış, yani eski sosyologların deyişiyle “toplumsal dayanışması (tesanüt)”nı yitirmiş bir toplum… Kuşkusuz esas olarak Durkheim’cı bir kavram olan “toplumsal dayanışma” ya da “ortak değerler sistem(ler)i” ilk formüle edildikleri yıllarda anlaşıldığı üzere “sınıflar arası dayanışma” ile “korporatif bir toplum” tahayyülü kast etmiyorum. Burada daha çok, Gramsci’ci anlamda, uç noktada bir “hegemonya krizi”nden söz ediyorum: Egemen blokların parçalandığı, egemen ideolojilerin ikna yetilerini yitirdiği, ancak alttakilerin alternatif bir hegemonya üretemediği bir hâl…
Bu ülke, 2002’den bu yana iktidarda olan AKP eliyle böyle bir “dağılma” hâline sürüklendi. İktidar partisinin, daha doğrusu temsilciliğini, sözcülüğünü üstlendiği kesimin farklı bir niyeti, daha doğrusu bir “projesi” olduğu açıkça ortada artık. İkili bir proje bu: Bir yandan sermayeyi temsilcisi olduğu toplumsal kesimlere transfer eder, bu sınıf(lar)ın iktisadi ve siyasal nüfuzunu arttırırken, bir yandan da toplumu (yeniden-?) “İslâmileştirme” hedefini güdüyor AKP.
Bu yönelim, de ülkeyi 200 yıla yakın bir süredir ( kolaylık olsun diye “Tanzimat’tan bu yana” diyelim mi?) izlemekte olduğu “Batı modelinde bir uygarlık” rotasından İslâmi ağırlıklı bir modernizasyona doğru çevirme stratejisi izliyor. Bunu gerçekleştirebilmek için, 20. Yüzyıl başının “Kemalist konsensüs”ünün kırılması gerektiğinin bilincinde.
Bu “kırdırma” işlemini ise Kemalizm’in “marjinalize ettiği”ni düşündüğü toplumsal kesimleri rejim aktörlerine dönüştürmek suretiyle, onların eliyle gerçekleştirmeye çalışıyor. Taşrada ya da büyük kentlerin varoşlarında sıkışıp kalmış, alt-orta sınıflar: Sünnî, milliyetçi, muhafazakâr, devletine-milletine bağlı… Esnaf, zanaatkâr, işçi, köylü, küçük ticaret erbabı, işsiz…
Rejime vergi, asker, şehit vermiş, okulda, medyada kendisine aktarılan tüm milliyetçi değerleri sorgusuz benimsemiş, ancak iş “kaymağını yemeğe” gelince hep bir köşeye itildiği, mağdur edildiği hissiyatına teslim. “Boğaza nazır yalılarda oturan,” “viskinin su gibi aktığı eş değiştirme partileri yapan,” “Bağdat Caddesi’nde, Nişantaşı’nda “cıbıl” dolaşan” vb. klişeler aracılığıyla tanıdığı “Cumhuriyet elitleri”ne aslen sınıfsal, ama kendilerinin “kültürel” olarak algıladığı, suyüzüne çıkmak için fırsat kollayan tepkiyi içten içe büyüten…
Ne dediğinden tek kelime anlamadığı ağzı kalabalık, “enteller”in medyadaki hâkimiyetinden bunalmış… Oğlunun kulağındaki küpeye, kızının sevgili edinmesine söz geçiremeyen…
Altlarında spor arabalar, ayaklarında ithal ayakkabılar, okulun en güzel kızını tavlayan “züppe” yaşıtları karşısında ezik…
Velhasıl, Cumhuriyet’in bu “itilmiş-kakılmışlar”ı, AKP’nin ülkeye yeni (ve İslâmi referanslı) bir rota çizme teşebbüsünün gövdesini oluşturacaktı. İmanlı ve milliyetçi nesiller: “Tarihin şanla yazacağı, çelikten hızarlarla küfrü ikiye bölecek, rükûda ve secdede Rabbine eğilen, satılmış paryaların safında olmayan, eşsiz dehasıyla tuzağı idrak eden, maskeli vicdanlara haddini bildiren, Garb’ın maskesini düşüren, vatanı soysuz palikaryaya çiğnetmeyen, kesesini doldurmayıp vatan için yaşayan…”[5] ve vatan uğruna şehadet şerbeti içmekten bir an tereddüt etmeyen “dindar ve kindar nesil”: Asım’ın nesli… güzellemeleriyle gaz verilen, başörtülü teyze kızının daire başkanı, İmam-hatip’li amcaoğlunun bakanlıkta müsteşar, komşu oğlunun TV ekranlarında boy gösterip fikirlerini serdeden bir üniversite doçenti, dergâhta birlikte zikrettikleri cemaat arkadaşının milli eğitim müdürü olduğunu gördükçe özgüveni arttıkça artan…
Kitaplar devirerek, dirsek çürüterek, aklı zorlayarak güç bellenilen “bilimsel” kuramlardan, felsefi mülahazalardan, operalar, baleler, tiyatro oyunları izleyip şiirler, romanlar okuyarak edinilmiş estetik birikimdense, dükkânının önüne attığı badakta güneşlenirken, kahvehanede pişpirik oynarken paylaştığı menakıplar, mitoslar, inanması kolay ve hoş komplo teorilerinin karşılığının olduğunu görmek… Nasıl edindiğini kendisinin de kestiremediği pozisyonda eteklenmek… Birden bire nasıl harcayacağını bilemeyeceği kadar deli para sahibi olmak…
Tek kriteri “Reis”e yakınlık olan bir tırmanışın baş döndürücülüğü… Ya da en azından artık “devlet” katında iş gördürebilecek yakınları olmak. O güne dek soğuk ve saygıyla karışık bir ürküntüyle kapısını aşındırdığı “devlet”le ense-tokada yakın bir laubalilik ilişkisi kurabilmek… İktidarın hoyratça dağıttığı nimetlerden (para, şan-şöhret, mevki, yetke, nüfuz…) şu ya da ölçüde nemalanan, o güne dek önemsenmeyen, itilip kakılan kişiliğini birden merkezde bulan, kahvehane muhabbeti kıvamındaki fikriyatının, komplo teorilerinden beslenen dünya görüşünün en tepedekiler tarafından ekranlarda paylaşıldığını gören, velhasıl apansız “değer kazanan” Cumhuriyet’in “ezikler”inin bu apansız ve baş döndürücü, yükselişi, “vasat”ın, en alttaki ortak paydanın egemenliğinin yanısıra, kaçınılmaz olarak bir “rövanş”ı da getirecekti beraberinde…
Zengin, kolejli, Batıcı, “rafine” Cumhuriyet elitlerinden rövanş. Herşeyin tepetaklak olduğu bir momentti bu: Felsefeden, estetikten, etikten ya da ne bileyim, quantum’dan dem vuran profesörlere dudak bükülebilir, insan hakları savunucularına, hümanistlere hakaretler yağdırılabilir, hayvanseverlerle dalga geçilebilir, LGBTI’ler mahalleden kovalanabilir, feministler aşağılanabilirdi. Anaakım olmanın, çoğunlukta olmanın, kendini iktidarda hissetmenin dayanılmaz hafifliği. O güne dek karşısında kendini ezik, kifayetsiz hissettiğin her şey karşısında şişkin bir ego, hoyrat bir cürete dayanan sınır tanımaz bir saldırganlık…
Yüzyıllık bir ezilmişlik duygusunu tersyüz eden bu sıradanlık, bir başka deyişle, her burjuva iktidarının kendisini ayakta tutmak için yaslandığı, pohpohladığı, ama hiçbir zaman ipleri ele geçirmesine izin vermediği bir “güruh”un kendini dümende hissetmesi… Bu coğrafyada yaşanan tam da bu.
Ne ki AKP’nin hegemonyasını tahkim etmek üzere yol verdiği bu “başıbozukluk” tam da adıyla müsemma, bir “başıbozukluk” olarak kaldı. Örneğin 1980’lerin İran’ında olduğu üzere İslâm’ın toplumsal yaşamın tüm alanlarına egemen kılındığı bir “İslâm devrimi”ne, bir “mollarşi”ye dönüş(e)medi.[6] Bugün iktidarı payandalayan güruh, insicamlı bir referans çerçevesine sahip değil. İşlerine geldiği kadar ve de kulaktan dolma İslâmcı, TV dizisinden kaptığı kadar Osmanlıcı, hamaset milliyetçisi, marka giyinmeye, son model cep telefonuna sahip olmaya, 4 x4’lerde hava atmaya can atacak kadar serbest piyasacı…
Ancak burada önemli olan, kendini “iktidar”da gören bir güruhun, konumunu ya da çıkarlarını tehlikede hissettiği an neler yapabileceği, nelere kalkışabileceği. Hiçbir disipline edici değerler sistemiyle kendini bağlı hissetmeyen, kendini canı istediğinde sokak ortasında kadın pataklayabilecek, el kadar çocukları istismar edebilecek, sokak hayvanlarına işkence edecek kadar “serazat” gören, yaptıkları hiçbir cezai yaptırımla karşılaşmayıp aksine, yöneticiler tarafından sırtları sıvazlanan, övgüler düzülen bir güruhun kritik bir momentte kontrol edilemeyecek patlamaların, yıkımın faili olabileceğini St. Bartholomew katliamından Kristal Geceler’e, Ruanda’daki Tutsi katliamından Serebrenitsa’ya, tarih tanık. Ya da bu topraklardaki 6-7 Eylül’ler, Maraş’lar, Çorum’lar, Sivas’lar… Tarihin bu “kara delikler”inde kışkırtıcılar kadar, “kışkırtılmaya yatkın” olanların varlığı da önemlidir!
Bugün Türkiye’de ne yazık ki “kışkırtılmaya hazır” bir güruh var. Ucunu “Kürtçe konuştu” diye sokak ortasında linç edilen Kürtlerde, kapılarına çarpı işareti konan Alevi evlerinde, tahrip edilen devrimci mezarlarında, “kadınlara baktı” diye meydan dayağı çekilen, apar topar mahalleyi terk etmek zorunda bırakılan Suriyelilerde gösteren bir kara deliğin eşiğindeymişiz gibi gözüküyor.
Diyorum ya, bugün bu coğrafyada iktisadi-siyasal ve toplumsal/insani krizin kesişim noktasındayız. Bu kavşaktan nasıl, ne kadar hasarla çıkılabileceğini ve nereye yöneleceğimizi eşitlikçi, özgürlükçü bir yaşam uğruna emek eksenli bir mücadele yürütenlerin örgütlü, kararlı ve kitlesel müdahalesi belirleyecek.
11 Mayıs 2020 11:14:56, İstanbul.
N O T L A R
[*] Newroz, Mayıs 2020…
[1] Ernest Hemingway, Çanlar Kimin İçin Çalıyor?, çev: Rosa Hamken, Can Yay., 1985.
[2] Mehtap Özcan Ertürk, “İşsizler Ordusu 10 Milyonu Geçti”, Sözcü, 23 Nisan 2020, https://www.sozcu.com.tr/2020/ekonomi/issizler-ordusu-10-milyonu-asti-5767724/.
[3] “Akit’e Göre Dört Kardeşin İntihar Sebebi Richard Dawkins”, Medya Faresi, 8 Kasım 2019, https://www.medyafaresi.com/haber/akite-gore-4-kardesin-intihar-sebebi-richard-dawkins/926526
[4] “14 Yaşındaki Kızını Kendi Sevgilisiyle Birlikte Olmaya Zorlayan Kadın, Tahliye Edildi”, Halk TV. https://halktv.com.tr/turkiye/14-yasindaki-kizini-kendi-sevgilisiyle-birlikte-olmaya-zorlayan-kadin-ta-424254h
[5] Mustafa Nihat Malkoç, “Asım’ın Nesli”, https://www.antoloji.com/asim-in-nesli-8-siiri/
[6] The Economist’de yer alan bir yazıda “Türkiye’nin dindar nesil yetiştirme girişiminin ters teptiği” değerlendirilmesi yapılıyor. (Aktaran: Ahval, 10 Mayıs 2020 https://ahvalnews-com.cdn.ampproject.org/c/s/ahvalnews.com/tr/islam/economist-turkiyede-dindar-nesil-yetistirme-girisimi-ters-tepti?amp)
Özgür Üniversite / 14.05.20