İster Kuzey-Güney, isterse Batı-Doğu, ister gelişmiş-gelişen devletler, isterse ezen-ezilen uluslar çelişmesi temelinde bakılsın; küresel düzeyde ve stratejik düzlemde saflaşmanın esas ölçütü Çin-Rusya işbirliğine karşı tutumdur. 21. yüzyılın birinci yarısının turnusol kâğıdı budur.
İşte Fransa’nın cumhurbaşkanı adayı Le Pen’in sözleri: “Gelecekte güvenliğimizin başına gelebilecek en kötü şey Çin ve Rusya’nın yarı-birleşmesi, bu iki ülke arasında parasal, ekonomik ve askeri olabilecek bir blokun oluşturulmasıdır. Bu, belki de 21. yüzyılda Fransa ve Avrupa’nın güvenliğine yönelik en büyük tehdit olacak.”
Le Pen’in sözleri şu bakımdan önemli: Çin-Rusya işbirliği, Rusya’nın Ukrayna harekâtından sonra artık bir varsayım olmaktan çıktı, 1945 dünyasının tabutuna çiviler çakan bir gerçekliğe dönüştü. Dolayısıyla şimdi Çin-Rusya işbirliğine karşı tutum, nasıl bir dünya arzu edildiğini belirliyor.
Anti-Putin’cilik, Le Pen’cilik
Batı açısından asıl tehlike olarak Çin-Rusya işbirliğini gören anlayış, sadece Le Pen’in değil, Amerikan hâkim sınıfının Trump’ın da içinde olduğu kanadı başta olmak üzere Batı’daki pek çok siyasetçinin esas görüşü. Hatta sadece siyasetçilerin değil, devletlerin de egemen görüşü. Biden yönetimi de Ukrayna savaşı boyunca Çin’in Rusya’ya desteğini ve Çin-Rusya işbirliğini kesmeye ağırlık verdi. Çin’i yaptırımlara zorlamak, bunun somut ifadesidir.
Zira en iyi emperyalist devletler bilmektedir: Çin-Rusya işbirliği, ekonomi, siyaset, güvenlik ve uluslararası hukuk alanlarında adım adım yeni bir dünya düzeni inşa etmeye çalışıyor.
Stratejik düzlemdeki bu ana saflaşmayı esas almayan bir tür solculuk, nasıl Putin’in ve Rusya’nın kapitalist olmasından hareketle Ukrayna’da yanlış çizgiye düştüyse, diğer tür bir solculuk da NATO karşıtı sözleri üzerinden Le Pen’ciliğe savruldu. (Oysa Fransa’da NATO karşıtlığı zaten yükselen değer, nitekim Macron’un “NATO’nun beyin ölümü gerçekleşti” sözleri de o değerin siyasete yansımasıydı zaten.)
Ukrayna savaşının iki sonucu
Batı basını üzerinden “Putin tuzağa düştü, Putin yanlış Ukrayna hamlesiyle ABD ile AB’yi birleştirdi, NATO ülkelerini işbirliğine itti” şeklinde propagandalar ne kadar yapılırsa yapılsın, emperyalist merkez şu gerçeğin farkında: Ukrayna krizi; 1) Çin-Rusya işbirliğini kesemedi, tersine Çin-Rusya-Hindistan işbirliğini geliştirdi, 2) Transatlantik ilişkileri restore edemedi, tersine Avrupa’yı böldü.
Almanya ve Fransa liderliğindeki Batı Avrupa’nın ABD’den bağımsız Asya ile yürütmek istediği ilişkinin ABD tarafından bu denli kabul edilemez görülmesinin arkasında işte bu küresel saflaşma var. O nedenle Avrupalı ülkelerin siyasetçilerinin Çin-Rusya işbirliğine karşı nasıl tutum aldıkları, diğer tüm siyasetlerinin üstünde ve belirleyici olandır.
Aynı durum ülkemiz için de geçerlidir.
AKP’nin manevrası
Ukrayna krizini ABD’yle işbirliğinde fırsata çevirme hesabı yapan iktidar, yeni pozisyonlar almaya başladı:
- Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu, “Suriye’ye asker taşıyan Rus uçaklarına hava sahasını kapattıklarını” duyurdu!
- Çavuşoğlu, “ABD, Türkiye’nin S-400’ü Ukrayna’ya vermesini önermedi. Bizim taleplerimiz ortada zaten, onların bize teklif ile gelmesi lazım” diyor.
- AKP Sözcüsü Ömer Çelik, “Türkiye’nin sınırları NATO’nun, AB’nin sınırları anlamına geliyor. (…) Bazıları hadlerini aşarak Türkiye’nin NATO üyeliğini tartışmaya çalıştı” diyor. Ki yakın zamanda Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın “NATO’ya kayıtsız şartsız bağlıyız” demiş, Çavuşoğlu “NATO’nun birliğini, Türkiye’nin savunması öneminde gördüğünü” açıklamış, Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar “NATO’nun güvenliğinin tam merkezindeyiz” demişti.
Bitirirken önemle belirtelim: NATO’culuk, yukarıda özetlediğimiz stratejik düzeydeki küresel saflaşmada, son örneği Macaristan’da görüldüğü üzere iç siyasetlerde de kaybediyor!
Cumhuriyet / 25.04.22