Rus parası birkaç haftadır Türkiye Merkez Bankası’na park ediyor. Karşılıksız mı? Değil.
Sadece yaptırımların delinmesi ve Rusya’ya nefes aldırılmasına ilişkin ekonomik bir karşılık mı? Değil.
Bunun bir siyasi karşılığı var mı? Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın çaresizliği Rusya Federasyonu Başkanı Vladimir Putin’inkinden kat be kat fazla olduğuna göre kaçınılmaz olarak var.
Soçi’deki liderler buluşmasından hemen sonra gözlerimizi Suriye’de açıyoruz. İlk karşılık oradan uç veriyor. Putin’in gösterdiği istikamette Ankara’nın Suriye lideri Beşşer el Esad’la uzlaşma sinyali, kaybetme korkusu yaşayan muhaliflerin isyanı ve geri vitesle karşılıklı durulma. Tipik bir Erdoğan klasiği kendini tekrarlıyor. Buraya tekrar döneceğiz. Önce Rusya’nın mali operasyonla Erdoğan’ı bağladığı hamlelerin üzerinden bir geçelim.
21 Temmuz’da Akkuyu Nükleer Santrali’nin dördüncü reaktörünün temel atma töreni yapıldı. 26 Temmuz'da santralin sahibi Rosatom inşaatta alt yüklenici şirketin Türk ortağı IC İçtaş’la sözleşmeyi feshedip işi tamamen Rus sermayeli TSM’ye verdi. Ardından 28 Temmuz’da Rosatom 7 yıla kadar vadede 6,1 milyar dolarlık kredi hattı açtı. Toplanan kredilerin önce Türk devlet tahvilleri ve mevduatlarına yatırılacağı, ardından santral için ekipman alınacağı belirtildi. Yani Rosatom, Akkuyu kisvesi altında Rus parasının Türkiye Merkez Bankası’na park etmesinin yolunu açtı. Özel bankalar ikincil yaptırımlara maruz kalmaktan korktukları için kamu bankaları kullanılıyor. Rosatom’un kredi hattı ilanını takip eden günlerde Ziraat Bankası aracılığıyla Türkiye’ye giren paranın 2.6 milyar dolar olduğu söyleniyor. Bu rakamı 5 milyar dolara kadar çıkaranlar da var.
Uğur Gürses, Rosatam-Akkuyu-dolar tahvili üçgeninin Türkiye’de Rusya rezervlerine park alanı açma mekanizması olduğuna işaret ederken Merkez’in rezervlerindeki değişikliğe dikkat çekti. Buna göre 26 Temmuz’da 98.9 milyar dolar olan döviz ve altın rezervleri 4 Ağustos itibariyle 108.1 milyar dolara çıktı. 5 Ağustos itibariyle bu rakam 108.6 milyar dolar oldu.
Bloomberg'e göre döviz artışında Rusya'dan Akkuyu inşaatı için gönderilen para etkiliydi. Rosatom'un toplamda 20 milyar dolar olarak planlanan santral inşası için Türkiye'ye 15 milyar dolar aktaracağı belirtilmişti.
Aydın Sezer de yaptırımların Türkiye’yi Rus işadamları için üs haline getirdiğini, son aylarda ciddi para girişi olduğunu, Avrupa’dan mal temin eden Rusların operasyonları Türkiye’den yürüttüklerini belirtirken Rosatom’un attığı adımlar için de “Akkuyu burada kılıf. Rosatom kamu kuruluşu olarak bu işareti verdiyse bunun arkası gelir” diyor.
Doğrusu bu operasyonların bu kadar aleni haline gelmesi biraz şaşırtıcı. Sonuçta Ukrayna’yla bağlantılı ambargo-abluka savaşı kızışırken Batılı müttefikler Türkiye’yi dikizliyor; Erdoğan ile Putin ne tür işler çevirecek? Bunun gizli bir tarafı da kalmadı.
Rusya Merkez Bankası 12 Ağustos’ta Rusya Ulusal Varlık Fonu için Çin, Hindistan ve Türkiye gibi ‘dostane’ ülkelerin para birimlerinin satın alınacağını duyurdu.
Rus uçağının düşürülmesi ve Rus büyükelçisinin öldürülmesine bağlı olarak Türkiye ve Rusya arasında oluşan mahkumiyet ilişkisi, bağlam tehditten teşvike kaysa da özünde değişmedi.
Putin’in verdiği istikamet
Daha Erdoğan 5 Ağustos’ta Soçi’ye gitmeden Merkez’in kasası şıkırdamaya başlamış. 19 Temmuz’da Tahran’da verilen istikamete uygun olarak bir yandan mali işbirliği şekillenirken diğer yandan Putin, Erdoğan’ı Esad’a giden kızağa çekmiş. Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun Suriyeli mevkidaşı Faysal Mikdat’la 10 ay önce yaptığı görüşmeyi harika bir zamanlama ile şimdi ifşa edip muhalifleri rejimle barıştırmaya çalıştıklarını söylemesi Putin ile Erdoğan arasındaki yeni ambiyanstan beri değildir. Suriye’de Türk ordusunun koruyup kolladığı, MİT’in evirip çevirdiği bölgede en az 33 yerde gösteriler düzenlendi. “Uzlaşmayız” denildi. Türk bayrağı yakıldı, TSK’nin zırhlı araçları taşlandı, şartsız dostluk yazılarının üzeri çizildi, Erdoğan ve Çavuşoğlu aleyhine sloganlar atıldı. Devletin o haşin ve kudretli güçleri sükûnet ve merhamet abidesi kesildi. Sözlü ve yazılı açıklamalarla Türkiye’nin Suriye halkına desteğinin süreceği ve BM Güvenlik Konseyi’nin 2254 sayılı kararı çerçevesinde çözüm arayışına devam edileceği konusunda muhalifler temin edildi.
Türkiye silahlı grupları Astana’ya taşırken amaç Suriye yönetimi ile uzlaşmanın yolunu açmak değil miydi? Bu platformdaki çalışmalar, Cenevre sürecindeki anayasa yazım komitesinin oluşmasına imkan vermedi mi? Astana’nın da Cenevre’nin de gittiği yer belliydi: Suriye yönetimi ile muhalefeti uzlaştırmak. Şimdi muhalifler Astana ve Cenevre’yi kabul eden kendileri değilmiş gibi “uzlaşmaya hayır” diyerek öfkeyi Türkiye’ye yönlendiriyor. Elbette ‘uzlaşma’ iki tarafın da inanmadığı bir seçenek. Öfkeyi tetikleyen uzlaşma önerisi değil fişlerinin çekilmesi korkusu.
Bu görüntüler bir yandan 11 yıllık berbat siyasetin daha nice bedellere gebe olduğunu gösterdi. Diğer yandan Putin karşısında Erdoğan’a, “Ben Esad’la el sıkışmaya hazırım ama sahada durum zor, biraz anlayış lütfen” diyebilme imkânı sundu. Muhatapları Erdoğan’la güvene dayalı bir ortaklık kurmakta zorlanıyor. Putin de tedbirlidir, kaçmaya çalışan Erdoğan’ı sıkıştırmaya devam edecektir.
Suriye siyaseti değişiyor mu?
Dramatik gelişmelerden sonra ciddiyetle üzerinde durulması gereken hususlar var. İlk soru; Erdoğan istihbaratçılar arasında yeniden başlayan görüşmeleri siyasi diyaloğa çevirmeye, bu minvalde mevcut Suriye siyasetini değiştirmeye gerçekten niyetli mi? Yoksa sahte bir değişim havası oluşturarak Putin karşısında kendine manevra alanı mı açıyor? Eğer iktidarın boynuna bir madalyon asılacaksa bir yüzünde ciddiyetsizlik diğerinde düzenbazlık yazar.
İlk günden beri Suriye’nin dişlerini sökme, bölgeyi dizayn etme ve İsrail’i rahatlatma hedefine göre şekillenmiş Amerikan patentli Suriye siyasetini sürdürmenin akılla, mantıkla, vicdanla ve ahlakla izahı mümkün değil. Değişmedikçe bedeli büyüyor. Ancak Erdoğan’ın gösterdiği esneklik kuvvetle muhtemel “Suriye Milli Ordusu” adını taktıkları milislerin fişini çekmek ya da terör örgütü olarak listelenmiş gruplarla ilişkileri koparmak gibi radikal kararları içermiyor. Erdoğan’ın kendi heveslerini kattığı oyundan vazgeçtiğine dair ciddi bir emare henüz yok. Ve bu grupları hem Kürtlerin liderliğindeki fiili özerk yapıları bastıracak güç hem de Suriye yönetimine karşı kart olarak kullanma isteği sürüyor.
Suriye siyasetinde düşmanlığın Kürtlere yönlendirilmesi konusunda devletin farklı katmanlarında bir anlayış birliği olduğu görülüyor. Erdoğan da bu mutabakatın üzerinde oturuyor. Erdoğan’ın kişisel beka kaygısı bu zeminle, dolayısıyla Suriye ile bağlantılı. Burada oluşan ikinci mutabakat, Şam’la barışı Türkiye’nin halihazırda yürüttüğü imha siyasetini Suriye devletine devretme şartına bağlıyor. Yine devletin katmanlarında artık “Türkiye’nin demografik yapısına tehdit” olarak çerçevelenen sığınmacıların bir şekilde gönderilmesi için Suriye tarafında gerekli koşulların oluşturulması şartı aranıyor. Bu iki amacı sabitleyecek bir sacayağı gerekli: Türkiye lehine Şam’da durumu etkileyebilmek için desteklenen muhalif güçleri Suriye’nin kalbine Truva Atı gibi taşımak lazım.
Bu üç koşulun Ankara’nın istediği şekilde karşılanma ihtimali yok. Suriye açısından Ankara’nın politikasının değiştiğine dair temel gösterge “sahadaki güçlerin çekilmesi” ve “silahlı gruplara desteğin kesilmesi” olabilir. Bunlar aynı zamanda yeni sayfa açmanın koşulları. Suriye basınına göre Ekim 2021’de Belgrad’daki Bağlantısızlar toplantısı sırasında Çavuşoğlu’nun ısrarlı görüşme talebini kabul eden Mikdad diyalog için bu iki şartı tekrarladı. Esad’ın Kürtlerle ortak gelecek için anlaşması, Amerikan güçlerinin bölgeyi terk etmesi koşuluna bağlı. ABD çekilir de Suriye devleti bölgede güç kullanarak kontrolü geri almak yerine Kürtlerle uzlaşırsa yani YPG-SDG’yi sistemin içine taşırsa bu tercih Türkiye’ye bir misilleme olarak algılanacaktır. Neyin olacağını kestirmek de geleceğe zar atmak gibi bir şey.
Politika değişikliğinin sonrası için hazırlık var mı?
Farz edelim ki Erdoğan gerçekten de Suriye siyasetini değiştirmeye karar verdi. İkinci soru burada sıraya giriyor: Bunun olası etkilerini ve yansımalarını bertaraf edecek hazırlıklar yapılıyor mu?
Eğitilen, donatılan ve beslenen grupların ellerindeki silahları sahibine döndürme riski şimdiye kadar göz ardı edildi. Silahlı gruplara karşı ciddi önlemler almak gerekiyor. Bu örgütler sınırın iki yakasında ağlara ve bağlara sahip. Maaşa bağlanmış milislerden bir kısmı “Paydos” denilince dağılabilir, sivil hayata ya da başka yerlere geçebilirler. Fakat ideolojik altyapısı olanlar kendi gündemlerinden sapmayacaktır. Daha radikal olanlar “tağuti rejim” diye baktıkları Türkiye’ye karşı maslahat kuralı gereği düşmanlık yani cihat ilan etmiyordu. Bu durum hızla değişebilir. Irak ve Suriye’den çıkan IŞİD üyelerini bile rahatça Türkiye’nin şehirlerinde barındıran laçkalık dikkate alındığında dağılan grupların çekilip yerleşeceği yer belli. Türkiye ile ilişkinin biçimi değiştiğinde ülkenin içeriden de tehditlerle karşılaşması muhtemel. Baskı ve tehdit altındaki sığınmacılar da istismar edilebilir. Sığınmacıların militan devşirme havuzu olarak nasıl kullanıldığına dair çevremizde epey örnek var.
Sözün kısası bumerang senaryosu hafife alınamaz. Soluk boruları kesilen güçler ve kaynaklarını kaybeden savaş ağalarının bundan sonra kimlerin hizmetine gireceğini de kimse kestiremez.
İktidarın yarına dair herhangi bir kaygıyı ciddiye aldığı yok. “Sorun” denileni de “sorun” olarak görmüyor. Politika değişikliği, yeninin ne olacağını iyice belirlemeyi ve bundan sonrası için ciddi hazırlıklar yapmayı gerektirir. İktidarda bunları yapacak ne kapasite var ne irade.
Gazete Duvar / 15.08.22