Her yıl Şubat'ın ikinci haftasında Münih'te, ülkelerin liderleri, savunma ve dışişleri bakanlarının, jeopolitik uzmanlarının, dünya medyasının katılımıyla toplanan güvenlik konferans, bu yıl kendine başlık olarak, huzursuzluk (restlessness) kavramından türetilmiş "Batısızlık" (Westlessness) sözcüğünü seçmişti.
"Batısızlık" artık dünya jeopolitiğinde tanımlanabilir bir Batı ittifakı/bloku kalmadığını ima ediyordu. Şaşırtıcı bir saptama, ama gerçeklikten o kadar da uzak değil.
Üç kutuplu, çok parçalı dünya
ABD-Çin ticaret savaşları tehlikesi, Çin şirketi Huawei'nin yeni kuşak 5G telekomünikasyon sistemi etrafında kopan fırtına, sonra koronavirüs salgını, Washington Post'tan Daniel Drezner'in hızlı arabalara göndermeyle ifade ettiği gibi Çin'e olan ilginin hızını bir yılda "0'dan 100'e" yükseltti, ABD açısından Münih konferansının gündemine oturttu.
NATO da geçen yıl Aralık toplantısında Çin'i ilk kez gündemine almıştı.
Geopolitical Monitor'un Editörü George Friedman'ın geçen hafta yayımlanan bir yazısında işaret ettiği değişim, Drezner'in saptamasını büyük ölçüde açıklıyor. Birincisi ABD artık radikal cihatçı akımlara odaklanmaktan vazgeçiyor.
İkincisi, dış politika önceliklerini, Çin ve Rusya bağlamında oluşan bir risk algısına göre yeniden düzenliyor.
Çünkü ABD özellikle Çin'i teknolojik ve askeri açıdan "eş düzeyli" (benzer araçlarla rekabet eden) bir rakip, uluslararası konumuna yönelik en büyük tehlike olarak görüyor.
ABD artık Çin'e karşı düşmanca bir yaklaşım geliştiriyor, tarihsel olarak "Batı" ittifakını oluşturan ülkelerin de bu risk algısını paylaşarak ona göre davranmalarını, diğer bir deyişle yine ABD liderliğini benimsemelerini istiyor.
Bu bağlamda ABD yönetiminde kimi uzmanlar, hatta Washington Post'un aktardığına göre Ticaret Bakanı Wilbur Ross da, koronavirüs krizinin bile, Çin ekonomisine darbe vurarak "istihdam olanaklarının ABD'ye geri dönmesini hızlandırabileceği" için "iyi haber olduğunu" düşünebiliyor.
Bu anlayışla Münih Konferansı'na her iki partiden üst düzey bir kadroyla gelen ABD, Dışişleri Bakanı Pompeo ve Savunma Bakanı Esper, Demokrat Parti'den Meclis çoğunluk grubu başkanı Pelosi'nin ağzından Çin'i en büyük güvenlik riski ilan edince Avrupa ülkelerinin temsilcileri de popülizm ve Rusya gibi geçmiş konferanslarda gündemi oluşturan konuları arka plana iterek, hatta iklim krizi sorununu yeterince ele alamadan, ABD politikasına odaklanmak zorunda kalmışlar.
Bu odaklanma da karşımıza ABD'den farklı risk algısına sahip bir Avrupa, ABD karşısında aynı sertlikle cevap vermeye başlayan Çin olmak üzere üç kutuplu ve kendi içinde bölünmüş, çok parçalı bir dünya resmi koydu.
Örneğin Avrupa Birliği'nin merkez ülkeleri Çin ve Rusya karşısında ABD'den bağımsız bir tutumu benimsemeye çalışıyorlar.
Ancak burada anahtar sözcük "çalışıyorlar".
Çünkü hala siyasi, askeri alanda, liderlik, Avrupa ordusu gibi önemli belirsizlikler söz konusu. Macaristan, Polonya ve Romanya gibi eski Doğu Avrupa ülkeleri ise Rusya'ya ilişkin risk algılarından dolayı, ABD ile çok daha sıkı ilişkiler kurmak istiyorlar.
İki farklı algı
ABD Dışişleri Bakanı Pompeo konuşmasında "Batı kazanıyor (… ) değerlerimiz yayılmaya devam ediyor" iddiasıyla konferansın "Batısızlık", başlığındaki yaklaşımı çürütmeye çalışmış.
Savunma Bakanı Esper Çin'in hızlı gelişme ve yüksek büyüme hızını kabul etmekle birlikte bunu sınai ve teknolojik hırsızlığa dayandırıyormuş; Çin'in az gelişmiş ülkeleri, borçlandırma yoluyla kendine bağlama pratiklerini, çoğu diplomatik bir dile sığmayacak ifadelerle eleştirmiş.
Pelosi, Huawei ve 5G projesiyle Çin'in çok sinsi bir politika izlediğini, bu projenin ülkelere ulusal güvenlik riski getirdiğini vurgulamış.
ABD temsilcileri konuşmalarında Avrupa'nın Çin'i "biz ve onlar perspektifinden görmesi gerektiğini" savunmuşlar.
The Economist dergisinin aktardığına göre ABD, Çin'e karşı, merkezinde teknolojik rekabet olan bir "Soğuk Savaş" stratejisi izlemek istiyormuş.
Buna karşılık Alman Devlet Başkanı Frank-Walter Steinmeier'in konferans açış konuşmasında "Güçler ve etkiler dengesinde yaşanan büyük değişiklikler karşısında Avrupa kendi cevabını icat etmelidir" çağrısı, konferansın yönetim kurulu başkanı Wolfgang Ischinger'in koronavirüs salgınını da düşünerek sarf ettiği "Çin'e haksızlık biraz yapılıyor. Çin biraz sempatiyi, iş birliğini, destek ve teşvik edilmeyi hak ediyor" ifadeleri Avrupa'da Çin konusunda, ABD'ninkinden farklı bir havanın varlığına işaret ediyor.
Daha sonra bir soru cevap bölümünde, Fransa Cumhurbaşkanı Macron'un, Pompeo'nun "Batı kazanıyor" saptamasına karşılık "Her yerde hazır bir küresel Amerikan polisi dönemi kapandı" sözleri, "kendi egemenliğinin zeminini koruyabilen bir Avrupa" çağrısı da bu farklı havayı yansıtıyor.
Birçok gözlemci yazılarında Macron'un Avrupa'nın bağımsızlığı düşüncesini güçlü biçimde savunduğunu, hatta bu alanda AB içinde etkili olmaya başladığını vurguluyor.
Stratejik Araştırmalar Vakfı adlı Fransız düşünce kuruluşunun başkan yardımcısı Brunao Tertais'e göre "ABD, Çin ve Rusya gibi dış güçler karşısında Avrupa'nın bağımsızlığını savunma konusunda Fransa, Almanya'dan daha ilerde".
Fransa'nın Rusya açılımları, AB ülkelerinin, İran ve Suriye konusunda sık sık sessizliklerini korumayı seçmeleri de ABD'de düş kırıklığı yaratıyormuş
Avrupa Birliği'nin iki açmazı
Avrupa Birliği, ABD ile Çin arasında sıkışmaktan kurtulmak, bir tercih yapmak söz konusu olduğunda önemli bir açmazla karşı karşıya. ABD, Avrupa'nın en önemli güvenlik ortağı. Dahası Avrupa da ABD'nin birçok müttefiki gibi, bir gün Çin rejiminin liderliğinde şekillenmiş bir dünya düzeninde yaşamaya asla istekli değil. Ancak gerek ticaret savaşları (Trump yönetimi Avrupa arabalarına gümrük vergileri koymaya hazırlanıyor), gerek Trump'ın "Avrupa bize Çin'den daha kötü davranıyor" ifadeleri, Küresel ısınma konusundaki inkarcı tutumu, İran nükleer anlaşmasından tek taraflı olarak çekilmesi Avrupa'nın, ABD'ye olan güvenini sarsmış.
Diğer taraftan Çin, Avrupa Birliği için vaz geçilemez bir dış ticaret ortağı, yatırım alanı, tedarik zinciri platformu ve yabancı sermaye kaynağı. Dahası Avrupa'nın 5G telekomünikasyon sistemine gereksinimi var.
Ancak ABD, Avrupa'nın 5G sistemini Huawei'den almasını engellemeye çalışırken, Münih Konferansında da görüldüğü gibi "peki o zaman siz ne öneriyorsunuz" sorusuna verecek anlamlı bir cevabı yok.
Avrupa Birliği'nin bir diğer açmazı da liderlik sorununa ilişkin. Birliğin yönünü belirleyen geleneksel Fransa-Almanya ekseni, iki nedenle etkisini kaybetme riskiyle yüz yüze.
Birincisi, Almanya'da Merkel dönemi kapanıyor. Ancak Merkel'in yerini alabilecek çapta bir isim henüz ortada yok.
Aksine Almanya'da Der Spiegel'in kaygıyla aktardığı gibi merkez partileri hızla zayıflıyor.
Çünkü, Macron'un deyimiyle, "Fransız-Alman eğilimi artık orta sınıflar için bir gelecek perspektifi sunamıyor. (…) Avrupa, giderek geleceğe inanmayan bir kıtaya dönüşüyor".
İkincisi her iki ülkede de siyasi merkez parçalanır ve zayıflarken, farklı bir Avrupa Birliği anlayışına sahip aşırı sağ akımlar, tam da orta sınıfların bu perspektif yokluğu ve geleceğe ilişkin kaygıları ve korkularının üzerinde AB çapında güçlenmeye devam ediyor.
Özetle Münih Konferansı yalnızca ABD-Avrupa ittifakının kırılganlığını, Avrupa içindeki sorunları, yükselen güçler karşısında ortak davranma kapasitesinin yokluğunu "Batısızlık" durumunu ortaya koymakla kalmadı, Çin'in dünya ekonomisi siyaseti ve güvenlik sistemi içinde ağırlığını giderek arttığını bir kez daha ortaya koydu.
BBC Türkçe / 20.02.20