Geçen pazartesi, “Dünya Ekonomik Forumu (DEF) Davos toplantısına katılanların nihayet kafasına dank etmiş. Hem demokrasiyi hem de kapitalizmi aynı anda kurtarmak mümkün olacak gibi görünmüyor” saptamasıyla başlamış, yüksek “oktanlı” katılımcıların konuştuğu bir paneli örnek olarak aktarmıştım: Ne kapitalizm çalışıyor ne de demokrasi!
O panelde konuşmacılardan Polman, mali piyasalara öncelik vermekten vazgeçmeliyiz diyordu. Nial Ferguson, üniversitelerde demokrasinin, kapitalizmin doğru dürüst öğretilmediğinden, entelektüellerin kapitalizme düşmanlığından yakınıyordu. Dambiso Moyo’ya göre, “kısa dönemli bakış açısını” terk etmek gerekiyordu. Martin Wolf’a göre ise, demokratik kapitalizmi koruyabilmek için, sınırları denetleyebilmek yaşamsal öneme sahipti yoksa yine, faşizm tehlikesi vardı.
Bu konuşmaları bir araya koyunca, panelin başlığındaki “Demokratik kapitalizm: Bir çıkmaz sokak mı, yoksa ortak bir kader mi” sorusunun, Davos’ta bir cevabının olmadığını anlıyoruz.
Davos’ta aktarılan bir kamuoyu yoklamasına göre, halkın yüzde 60’ı seçimlerin bir değişiklik yarattığına inanmıyormuş. Kısacası demokrasiye güven yerlerde sürünüyor. Davos’ta “5 Ana Eğilim” başlığı altında sergilenenlere bakınca, kapitalizmin çalışmadığının da kafalara dank ettiği anlaşılıyor: 10 yıl boyunca alınan parasal önlemlere karşın üretkenlikteki düşme eğilimi yaşanıyor, düşük faiz ortamına karşın devlet yatırımları geriliyor, çalışanların vasıfları teknolojik gelişmelere uyum sağlayacak yönde güncellenemiyor, rekabete ve ekonomik büyümeye odaklanma yaşam standartlarını geliştirmiyor.
Uzlaşma fantezisi
Davos’ta yayımlanan “Nasıl bir kapitalizm istiyoruz” başlıklı “Manifesto”, bu soruya “stakeholders capitalism” (kâr maksimizasyonu yerine çalışanların, müşterilerin, genel olarak toplumun çıkarlarına öncelik verilmelidir) gibi, ilk yarısı ikinci yarısıyla çelişen bir cevapla geliyor. İlk kez, 1932’de yine derin bir kriz dönemde, uydurulan bu cevap, “emekle sermaye arasında yapısal bir çelişki yoktur” fantezisine dayanıyor. O zaman serbest piyasa modeline karşı “New Deal” ikliminde önerilen bu model, II. savaştan sonra, ulusal Keynescilik modeli (devletin ekonomiyi, piyasayı denetlemesi, düzenlemesi ve üretici rol üstlenmesi) içinde bile “çöp tenekesi modeli” olarak niteleniyor, şirket yönetimlerinde büyük karmaşa yarattığı için eleştiriliyordu. Bu yaklaşım, Tony Blair, Bill Clinton döneminde yeniden canlandırılmaya çalışıldı, bu kez kimsenin ilgisini çekmedi. Şimdi yeniden gündemde. Bu da kapitalist sınıfın artık ekonomik modelinin yanı sıra “hikâyesinin” de tükendiğini gösteriyor.
Pazartesi günü aktardığım paneldeki katkılara dönersem, Nial Ferguson dışındaki panelistler, devlet müdahalesinin, devletin düzenleyici rolünün gereğini, devletin sorumluluk üstlenmesinin önemini, Ferguson da şirketlerin esas görevinin kâr yapmak olduğunu anımsattı.
Sonuç olarak, Davos’ta “kapitalizmin” tehlikede olduğu kafalara dank etmiş. Eğer demokrasiyi güçlendirecek olursak, kısa dönemde seçmenin, gelir dağılımı, küresel ısınma, toplumsal dayanışma, vatandaşlık hakları gibi alanlardaki taleplerinin kapitalizmin krizini derinleştirmesi kaçınılmaz. Kapitalizmin krizinin aşılması, üretkenliğin ve kâr oranlarının restorasyonundan geçtiğinden buna odaklanmak, sermaye açısından daha fazla serbestlik için demokrasinin dayattığı sınırları kaldırmaktan geçiyor.
O zaman siyasi ve kültürel ortamın, sermayeye engel oluşturmayacak, halkın öfkesinin sermaye dışındaki “şeyleri” hedef almasını sağlayacak biçimde yeniden düzenlenmesi gerekiyor. Bu da bizi kriz içindeki egemen sermayenin diğer hikâyesine, “ulusu yabancı unsurlardan temizleyerek yeniden yükseltmek” fantezisine, diğer bir deyişle faşizm olgusuna getiriyor. Dün egemen sermayenin derdi işçi hareketiyle, sol muhalefetleydi. Sermaye işçi hareketinin taleplerini karşılayacak üretkenliğe, kârlılığa sahip değildi. Bugün sermaye, iklim krizine ve gelir dağılımındaki bozukluklara karşı yükselmekte olan talepleri karşılayacak konumda değil. Bu gerçek sol hareketin kafasına da dank etmeli!
Cumhuriyet/ 03.02.20