Almanya’da RAF (Kızıl Ordu Fraksiyonu) davası sanığı Ulrike Meinhof[1] kapatıldığı hapishanenin tek kişilik hücresindeki tecriti şöyle tanımlamıştı, “Kafamın içinde patlayan, omuriliği beyne presleyen, beyni fırındaki sebze gibi yavaş yavaş kendi içine çökerten duygular. … hücrenin hareket halinde olması duygusu, sesinin yitiyor olması duygusu, içinin yanıp kül oluşunun duygusu, zamanın ve mekanın iç içe geçmiş olması duygusu, zamanın hemen şimdi tükendiği duygusu, sarkık bir şekilde hareket ettiğin duygusu, vakumun içinde olma duygusu. ….”
TTB (Türk Tabipler Birliği), yapımı biten 6 adet F tipi hapishaneden Kocaeli ve Sincan F tipi hapishanelerle ilgili olmak üzere Haziran ve Temmuz 2000 tarihlerinde yapılan gözlemler neticesinde hazırlamış olduğu raporunda F tipi hapishanelerin insan sağlığı bakımından ortaya çıkaracağı sonuçlara değinirken konunun sadece güvenlik sorunu olarak algılanmakta olduğuna ve cezaevi binasından başlayarak tam bir izolasyon hedeflendiğine dikkat çekmişti.[2] TTB’nin bu bakımdan yaptığı saptamalar çok önemliydi. TTB, insanın toplumsal bir varlık olduğuna, izolasyonunun insanı kimliksizleştirmek, ağır psişik ve fizik bozukluklar yaratmak gibi sonuçlarının olduğunu, fiziksel, sosyal ve psikolojik insani gereksinimleri yok sayan izolasyon yaklaşımı ile tutuklu ve hükümlülerin güven hissi, dayanışma, paylaşım gibi haklardan yoksun bırakılacağına işaret etmişti.
Aynı raporda sosyal izolasyonun eşlik ettiği yoksunlukla ilintili psişik ve organik zedelenmeler yaratabileceğinin, algı ve duyu bozukluklarının gelişmesine neden olabileceği, aynı zamanda görme ve işitme duyusunda azalma, sinirsel tipte sağırlık, kulak çınlamasına yol açabileceği belirtilmişti. Yine, hekimler izolasyonun süresi ve kişinin psikolojik arka planına bağlı olmak üzere izolasyona maruz kalan kişilerde “konsantrasyon bozuklukları, dissosiyatif tipte bozukluklar, depresyon, anksiyete bozuklukları, işitsel ve görsel halüsinasyonlar, uyku bozuklukları, entelektüel yeti azalması gibi tablolar ve semptomların ortaya çıktığının” gözlemlendiğini belirtmekteydiler.
Bilindiği üzere, ülkemizde tecrit ve izolasyon merkezli F tipi hapishaneler, 19-22 Aralık 2000 tarihlerinde gerçekleştirilen “Hayata Dönüş” operasyonları sonrasında açıldı. Aynı anda ülke çapında 20 ayrı hapishanedeki siyasi tutuklu ve hükümlülerin kaldığı bloklara operasyon düzenlendi. Operasyon sonucunda onlarca insan hayatını kaybetti. Operasyondan sonra tüm siyasi tutuklu ve hükümlüler yapımı bitmiş olan 6 adet F tipi hapishaneye sevk edildiler. Böylece 22 Aralık 2000 tarihinden itibaren ülkemizde tecrit ve izolasyon uygulamaları ete kemiğe bürünmüş oldu.
F tipi hapishanelerde insanlar 1 ve 3 kişilik hücrelerde tutulmaktalar. 20 yıldır hali hazırda bu hücrelerde kalmakta olan hükümlüler var. Tam 20 yıldır; bu hücrelerde kalmış olanlar, tutuklu ve hükümlü yakınları, demokratik kitle örgütleri, sendikalar, bu ülkenin aydınları, avukatlar, hekimler ve mimarlar F tipi hapishanelerdeki hücrelerin tecrit ve izolasyon merkezleri olduğunu, bu durumun insana ve insan haklarına aykırı olduğunu sürekli söylediler, söylemeye devam ediyorlar.
İlginçtir, 20 yıldır kamuoyuna tecrit ve izolasyon anlatılmaya çalışılırken, bir anda koronavirüs salgını baş gösterdi. Tüm dünyaya yayılan salgın nedeniyle tüm dünya ve ülkemiz karantina koşullarına girdi. Şimdi artık çoğunluk evde, karantinada, yani aslında pratik olarak izolasyonda, tecritte. Tüm dünya ansızın izolasyon ve tecrit gerçeği ile karşı karşıya kaldı. Herkes şimdi tecridi evinde yaşamaya ve “deneyimlemeye” başladı. Sosyal medya ve yazılı ve görsel basına yansıdığı kadarıyla kısa zaman içerisinde –ki ülkemiz açısından henüz sadece bir aylık bir evde kalma hali söz konusu- evine kapanmak zorunda kalan insanlarda sıkkınlık, bıkkınlık, öfke kontrolünde zorlanma, mekansal daralma, moralsizlik, duygularını ifade etmede taşkınlık gibi tecritin klasik sonuçları yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladı. Salgının ilerleyiş ve yayılma haline göre de mevcut izolasyon durumunun insanlar üstündeki muhtemel sonuçlarının daha da belirgin hale gelebileceğini öngörmek güç değil.
Burada önemle altını çizmek gerekir ki, kendimizi dış dünyadan izole ettiğimiz yer evimizdir. Evlerimiz şu veya bu biçimde belli ölçülerde konforu olan, yiyecek ve içeceklerimize kendimizin karar verdiği, sevdiğimiz kişi veya kişilerin yanı başımızda olduğu, televizyon, bilgisayar ve cep telefonlarımızın kullanımımıza açık olduğu yerler. Bu yanıyla aslında evlerimiz, 8 metrekarelik F tipi hapishane hücresiyle mukayese dahi edilemeyecek yerler. Daha da önemlisi evinizin kapısı infaz koruma memurunun değil sizin kontrolünüzde. Ve elbette en önemlisi F tipi hapishane hücresinde maruz kalabileceğiniz vücut bütünlüğünüze yönelik muhtemel saldırılardan da çok uzaksınız.
Velhasıl tüm bu konfor ve steril ortama rağmen F tipi hapishane hücresinde kalan kişilerde görülebilecek tıbbi ve psikolojik sonuçlar evinde kalan kişilerde görülebiliyor. F tipi hapishaneler 2000 yılının başlarında Adalet Bakanlığı tarafından kamuoyuna tanıtılmaya başlandığında dönemin birçok gazete ve TV’leri F tiplerini “beş yıldızlı otel” ve “villa tipi cezaevi” olarak pazarlamaya çalışmıştı. Gene dönemin tutuklu ve hükümlü yakınları dernekleri buna karşı şu önemli hususu dile getirmişlerdi, “beş yıldızlı otel odası bile olsa bu sunduğunuz infaz modeli tecrit içeriyor. İnsan sosyal bir varlıktır. Tecrit insanın doğasına aykırıdır.”
Bugün evlerimizde yaşamak durumunda olduğumuz izolasyon hali, tecrit merkezli hapishane uygulamaları bakımından belli açılardan belki de dar grup, tek kişilik ve küçük grup tecrit modeli ile betimlenebilir. Buna göre; çekirdek aile olarak evde kalanlar (genelde anne, baba ve çocuk) dar grup tecrit modeli, daha kalabalık aile modeliyle evde kalanlar (anne, baba, çocuk, büyükanne veya dede ya da arkadaşlarıyla aynı evde kalan kişiler) küçük grup tecrit modeli ve evde tek başına kalanlar da tek kişilik tecrit modeli (infaz yasasına göre ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası alan hükümlülerin infazları tek kişilik hücrede çektirilir) olarak tanımlanabilir belki.
Tüm dünyayı etkisi altına alan bir salgına neden olan COVID-19 adlı virüs, teknolojinin ve iletişimin altın çağında neredeyse tüm dünya insanlarını kendi evlerinde kendilerini tecrite kapatmalarına neden oldu. Ülkemiz açısından herkesin evi bir anda neredeyse F tipi hücresine dönüştü. 20 yıldır ülkemiz kamuoyuna anlatılmaya çalışılan tecrit ve izolasyon alt seviyede olsa da tek tek insanların her gün yaşamak zorunda olduğu bir gerçek haline geldi. Bu yanıyla COVID-19 virüs belası, tecrit ve izolasyonun ne menem bir şey olduğunun belki de kamuoyu açısından çok daha iyi anlaşılmasına “vesile” olmuştur.
Öte yandan 2000 yılında F tipi izolasyon ve tecrit infaz modeline geçişi engellemek adına siyasi tutuklular ellerinde yapabilecekleri başkaca bir yol kalmayınca açlık grevi ve ölüm orucu eylemlerine başlamışlardı. Bu eylemler tam 7 yıl sürmüştü. Bugün koronavirüs salgını tecrit günlerinde gene açlık grevi ve ölüm orucu eylemi yapanlar var: Grup Yorum üyesi sanatçılar İbrahim Gökçek, Helin Bölek (kendisi 3 Nisan 2020 günü ölüm orucunun 288. gününde yaşamını yitirdi), avukatlar Ebru Timtik ve Aytaç Ünsal. Talepleri, tecrit ve izolasyon infaz modelinin insanlık dışılığına çok özdeş bir talep; adalet ve hakkaniyet. Zaten her şeyin dönüp dolaşıp bağlandığı son nokta adaletsizlik değil mi?
Avukat Ebru Timtik ve Avukat Aytaç Ünsal, 12 Eylül 2017 tarihinde gözaltına alındılar. İddia, yasadışı örgüt üyesi olduklarıydı. Yargılanmaları neticesinde salt mesleki faaliyetleri kriminalize edilerek, örgüt üyesi oldukları iddiasıyla ceza aldılar ve halihazırda dosyaları Yargıtay’da. Oysa ki, çıktıkları ilk duruşmada diğer avukat arkadaşlarıyla birlikte tahliye olmuşlardı. Tahliyelerine karar veren mahkeme üzerlerine atılı örgüt üyeliği suçlaması hakkında kuvvetli suç şüphesinin olmadığına hükmederek onları serbest bıraktı. Ancak hemen akabinde dünya ceza yargılama tarihinde eşi benzeri görülmeyecek bir olay oldu. Meslektaşlarımızı tahliye eden mahkemenin tüm üyeleri görevlerinden uzaklaştırıldı ve tahliye edilen tüm avukatlar hakkında “tutuklamaya yönelik yakalama kararı” çıkarıldı ve tekrar tutuklandılar.
Tekrar tutuklanmalarıyla başlayan aşırı hukuka aykırı süreç yeni atanan mahkeme heyetinin “yargılama pratiğiyle” de devam etti. Yeni atanan mahkeme heyeti konuşmalarına ve savunma yapmalarına dahi izin vermedi, duruşmada dinlenen itirafçı “tanıkları” sürekli yönlendirdiği gözlemlendi. Yeni mahkeme heyeti ceza muhakemesi yasasındaki birçok usul hükmünü sürekli ihlal etti. Neticede Ebru ve Aytaç, yargılanan diğer meslektaşlarımızla birlikte örgüt üyeliği iddiasıyla ceza aldılar. Tüm bunların ardından inanılmaz boyutlardaki hukuksuz karara karşı bedenlerini açlığa yatırdılar. Talepleri bu hukuk dışı yargılama sürecine karşı adalet ve hakkaniyet.
Ebru, Silivri 9 Nolu hapishanede, Aytaç da Burhaniye T Tipi hapishanede tutuklu. Bu yazı kaleme alınırken Ebru Timtik ölüm orucu eyleminin 103. gününde ve Aytaç Ünsal da 72. günündeydi. Açlık grevi ve ölüm orucu eylemleri kamuoyunun vicdanına seslenen eylemlerdir. Ve son çare eylemidir. Adalet talep edip hiçbir sonuç alamamak ve son çare olarak artık bedenini açlığa yatırmak, talepte bulunulan erk açısından ilk bakışta kabul edilmese dahi en azından amiyane tabir ile “nedir, ne istiyorlar, olayın içeriği nedir” diye bakmayı gerektirir bir durum olmalıdır.
Ancak talebin muhatabı olan erk açısından baştan belli ön kabul ve saikler gündemde olduğunda bu en basit ve temel talep dahi duymazdan gelinebilmektedir. 20 Ekim 2000 tarihinde F tipi hapishanelere geçişin durdurulması için siyasi tutuklu ve hükümlüler açlık grevine başladıklarını duyurmuşlardı. Bunun üzerine 28 Ekim 2000’de dönemin Adalet Bakanı H. Sami Türk, “boşuna açlık grevi falan yapmasınlar. F Tipleri uygulanacaktır” demişti. Benzer bir açıklamayı 1981 yılında İngiltere Başbakanı Margeret Teacher da yapmıştı. O tarihte İngiltere H Blok hapishanelerinde kalan Bobby Sands ve arkadaşları ölüm orucuna başlamışlar ve bunun üzerine Margeret Teacher, “Şiddetlerini kendilerine yönelttiler, ölüm orucuna girdiler. İnsan duygusunun en basitini aradılar; acıma duygusu. Dikkat çekmek ve nefretlerini kendi üzerlerinden atmak için.” açıklamasında bulunmuştu.
F tipi hapishanelerdeki tecritin kaldırılması için ölüm orucu yapan ve eyleminin 267. Gününde 14 Temmuz 2001’de yaşamını yitiren Sevgi Erdoğan, ölmeden önce kendisiyle yapılan bir mülakatta şöyle demişti, “…bizim ülkemizde en sıradan ve basit hakların tanınması ve verilmesi için bile ölüme yatmanız gerekiyor.” Yaşam hakkı kadar temel ve olmaz ise olmaz bir hak olan adalet –ya da belki de en azından Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Anayasaca güvence altına alınmış olan adil yargılanma hakkı diyelim- için bile bugün bu ülkede insanlar maalesef gene ölümü göze almak zorunda kaldılar.
Yargılandıkları dosyada baştan sona ağır hak ihlallerine maruz kalmış insanların adalet talebine Adalet Bakanlığı ve siyasi iktidar; geçmiş yıllarda kendilerinden önceki iktidarlar gibi “boşuna açlık grevi falan yapmayın” dememeli, ya da “şiddetlerini kendilerine yönelttiler” söylemindeki yaklaşım tarzı bir perspektif ortaya koymamalıdır. Bugün virüs salgınında her gün onlarca insanımızın yaşamını kaybettiğini evimizdeki tecridimizden görüyor ve takip ediyoruz. Sürekli ölümlerin konuşulduğu bugünlerde mevcut ölümlere bir de adalet talep ettiği için bedenini açlığa yatıranlar eklenmesin. Adalet talebi karşılık bulsun. (GS/AS)
[1] 1976 yılında hücresinde şüpheli bir şekilde ölü bulundu.
[2] TTB ve konuya duyarlı hekimler sonrasında da yıllarca F Tipleri ve uygulanan tecrit hakkında raporlar yayınlamaya ve saptamalar yapmaya devam ettiler.
Bianet / 15.04.20