Bugünkü yazımı bana COVID-19 salgını boyunca sık sorulan ama kısmen daha az gündeme gelen bazı sorulara yanıtlar vermeye ayırmak istiyorum. Bu sayede aklınızdaki bazı soru işaretlerini giderebileceğimi ve süreci daha iyi anlayabilmenize katkı sağlayabileceğimi umuyorum.
1) COVID-19 yazın sıcaklara bağlı olarak azalacak mı?
Kuzey Yarımkürenin yaz aylarına girmesiyle birlikte salgının yavaşlaması yönünde bir beklenti var, evet. Ancak bunun sıcaklıklarla doğrudan bir ilgisi yok; çünkü en nihayetinde sıcaklıklar kışın ortalama 4.9 santigrat derece düzeyinden, yazın ortalama 24 santigrat derece düzeyine yükselecek. Virüsün insan vücuduna girdikten sonra baş etmesi gereken sıcaklık ise 36-42 santigrat derece arasında. Yani hava sıcaklığının değişmesi ile virüs yavaşlamayacak, çünkü virüs zaten bu sıcaklıklarda kolaylıkla varlığını sürdürebilecek şekilde evrimleşmiş halde.
Biyoteknoloji uzmanı Dr. Semih Tareen ile yaptığım Evrim Ağacı YouTube canlı yayınında, derinizi 5 dakikada yakacak kadar güçlü ultraviyole ışınları altında, 120 santigrat derece gibi sıcaklıklarda, 15 dakikada virüsleri yok edebildiklerinden söz etti. Öyle Güneş altında yatmakla virüsten kurtulamazsınız.
Ancak insanlar yazları okul ve hatta iş yerleri gibi kapalı mekanlara daha az gittikleri, iç mekanlarda daha az kalmayı tercih ettikleri ve daha ziyade zamanlarını açık alanlarda (sahillerde, parklarda, bahçelerde, vs.) geçirmeyi seçtikleri için, virüsün insandan insana bulaşma ihtimali bir nebze olsun azalacak. Çünkü enfeksiyon hastalıkları uzmanı Dr. Müge Çevik’in Evrim Ağacı’nda yazdığı gibi, bu virüs daha ziyade iç mekanlarda, özellikle de ev içinde hane halkı arasında geçiş yapıyor.
Bu arada yukarıdaki paragrafta verdiğim ortalama sıcaklıklardan yaza ait olan 1981-2010 kış mevsimi sıcaklık ortalamalarının 1,3 santigrat derece, yaz ortalamalarının 1 santigrat derece üzerindedir. Virüsten çok daha ölümcül bir tehdit olan küresel ısınma, yoluna hızla devam ediyor! Salgın, diğer düşmanlarımızı unutturmamalı.
Tabii ki şu unutulmamalı: Mart ayından beri devam eden sosyal mesafelendirme kuralları sayesinde, kış boyunca normalde olacak olandan çok daha hafif bir salgın geçirdik – ki o haliyle bile ülkemizde 4.500 küsür cana, Dünya’da 360.000 civarında cana mâl oldu ve yoluna devam ediyor. Eğer bu önlemler gevşetilecek olursa, yaz aylarındaki davranış farklarımızdan kaynaklı yavaşlama faktörü tersine dönebilir ve yazın, kıştan da fena geçebilir.
Sonuçta her şey salgının temel üreme sayısına (meşhur R0 değerine) bağlı. Salgın başlangıcında bu değer 2-3 arasındaydı; yani salgın, doğal bir şekilde her 1 kişinin 2-3 kişiye hastalığı bulaştırabileceği noktaya dönmeye çalışıyor. Aldığımız her mesafelendirme önlemi (karantina, maske, fiziksel mesafe, vs.) bu sayıyı azaltıyor, gevşettiğimiz her önlem bu sayıyı arttırıyor. Amaç, o değeri 1’in altında tutmak. Sıcaklıklar da bu sayı üzerinde azaltıcı bir etkiye sahip olabilir; fakat sıcaklık artışı bu salgın için sihirli bir değnek olarak görülmemeli.
2) Vakalar ve ölümler azalıyor gibi gözüküyor. Salgın bitti mi?
Hayır, kesinlikle bitmiş değil. Şu ana kadar virüsün bulaştığı 5,5 milyon insan tespit edildi. O kadar yoktur ama, bu 5,5 milyon insan da dahil, gerçekte bunun 10 katı kadar insana bulaşmış olsun. Sonuçta her kapanı tespit edemiyoruz. Yani şu ana kadar sadece 55 milyon insan bu hastalığı geçirdi. Bu, insan nüfusunun sadece %0,73’üne denk geliyor! Salgını en ağır atlatan bölgelerde yapılan serolojik testler bile %4-5 seviyesinde bir bağışıklık tespit ediyor. En azından etik olarak tamamen hatalı bir şekilde, sürü bağışıklığı stratejisini uygulamayı seçen İsveç gibi ülkelerde bile bu oran sadece %7 dolaylarında ölçülüyor.
Halbuki salgının artık insan nüfusuna bulaşmakta zorlanarak yavaşlamaya başlaması için (yani meşhur “sürü bağışıklığına” ulaşabilmemiz için), nüfusun en az %65 civarının hastalığı geçirmesi gerekiyor. Bunların bırakın %2’yi veya %1’i, sadece %0.5’i ölecek olsa bile, on milyonlarca ölümle yüzleşeceğiz demektir. Aşı veya ilaç olmadan sürü bağışıklığına erişme hedefini koymak, insanları göz göre göre öldürmekten farksız. Virüsün daha bulaşabileceği o kadar fazla kişi var ki, aşının henüz var olmadığı bir bağlamda sürü bağışıklığından söz etmek bile akıl almaz!
Vakalar ve ölümler azalıyor, çünkü haftalar, aylar önce konan sosyal mesafelendirme kuralları, etkisini gösteriyor. Şimdi bunları sonlandırmak, internette meşhur şekilde dillendirildiği gibi, uçaktan atladıktan bir süre sonra “paraşüt nihayet beni yavaşlattı, artık paraşütümü kesip atabilirim” demek gibidir. “Sosyal mesafelendirme paraşütü”, salgını yavaşlattı. Kesip atarsak, çakılırız.
3) Şöyle güzelce bir karantina uygulasak… Kimse 1-2 ay dışarı çıkmasa, salgın biter mi?
Evet, biter. Sonuçta bu virüs bulaşacak kimseyi bulamazsa, nihayetinde şu anda aktif olan vakaların tamamı 1-2 ay gibi bir sürede tamamen kapanacaktır (ya iyileşme ile ya da ölüm ile). Dolayısıyla Dünya üzerinde semptomatik veya asemptomatik tek bir hasta bile kalmadığında, virüs de insan popülasyonundan atılmış olacaktır.
Ama bu aşırı ütopik bir uygulama. Polisler, askerler, sağlık personeli, işçiler gibi temel çalışanların ve tedarik zincirlerinin mutlak ve kusursuz bir karantinaya girmesi imkânsız. Biz, toplumsal bir canlıyız ve birbirimizin emeklerine hayatî biçimde bağımlıyız. Hiç kimse çalışmazsa, hiçbir sosyal sistem işlemezse, çok daha beklenmedik sonuçlar ve ölümler doğar. 195 ülkenin ve 7,5 milyar insanın her birinin mutlak bir şekilde 1-2 ay boyunca karantinaya alınması mümkün gözükmüyor.
Dahası, rezervuar halen duruyor olacak. Yani yarasalar veya pangolinler, artık hangi türden bize sıçradıysa o hayvanlarda bu virüs aynen duruyor. Belki bu defa yemek veya satmak amacıyla değil ama, ister istemez bu hayvanların yaşam alanlarına girmemiz veya onların bizim yaşam alanlarımızda bulunmasıyla yeniden zoonosis, yani hayvandan insana bulaşma yaşanacaktır. Bu da yeni salgınları tetikleyebilecektir.
Uzun lafın kısası, bu virüs artık bir kere evrimleşti. Gözümüzü kulağımızı virüse tıkayarak yok edemeyiz. Bilimle, aşıyla, ilaçla yok edeceğiz.
4) İyi ama, böyle yarım yamalak karantinalarla yok olmayacaksa, ekonomiyi alt üst edecek. Açlıktan mı ölelim? Çocuklarımız aç!
Bunun kısa ve kolay bir cevabı yok. Ancak sık atlanan birkaç noktaya dikkat edilmeli:
Aşamalı karantinaların (“aç-kapa” yöntemlerinin) ana amacı sürü bağışıklığına erişmek değil. Çünkü dediğim gibi, oraya her şeyi açık tutarak 1 ayda da ulaşsanız, kontrollü bir şekilde 5 yılda da ulaşsanız, virüsün öldürücülük oranı değişmiyor. Dolayısıyla virüs nedeniyle kaç kişinin öldüğü, doğrudan doğruya virüsün kaç kişiye bulaştığıyla ilgili bir durum.
Aşamalı karantinaların yaptığı, bir yandan ekonominin çarklarını döndürerek, diğer yandan salgını kontrol altında tutmaya çalışmak. Ta ki aşı veya ilaç gelene kadar… Bu ne ekonomiyi %100 performansta tutmaya yarıyor, ne salgını %100 durdurmaya yarıyor; ancak her ikisinden de biraz feragat ederek aşı üretimine zaman tanımayı hedefliyor. Tabii bu sırada “ikincil ölümler” dediğimiz faktörü baskılıyor. Yani hastaneler COVID-19 hastalarıyla dolup taşarsa, kanser, diyabet, hipertansiyon gibi ölümcül hastalıkları olan diğer insanların bakımı aksayabilir ve bunlar da ölebilirler. Bu nedenle “eğriyi bastırmak” başından beri çok önemli.
İşte tam da bu nedenle, eğer ki şu anda her iki faktörü de dengelemek istiyorsak yapılabilecek en “iyi” şey bu; çünkü salgının ekonomik ve psikososyal etkilerini görmezden gelemeyiz, öldürücü gücünü de... Ama bu uygulama kusursuz değil. Birçok sektörü yıllarca harap edecek, bazı sektörleri tamamen batıracak; fakat en azından ekonominin bir kısmının işlemesini mümkün kılabilir. Salgınlar tek yönlü olaylar değiller ve bütüncül yaklaşmadan makul çözümler üretemeyiz. Bunu kabul etmek gerekiyor.
İkinci bir nokta, devletlerin vatandaşlarını koruma yükümlülüğü. Bunca yıldır bunca insan bunca vergiyi sadece yol, köprü, vs. için vermiyor. Bu vergiler, devletler bu tarz problemlere karşı hazırlansın, bunlara yatırım yapsın, gerekli tepkileri doğru şekillerde verebilsin diye veriliyor. Dolayısıyla bir devlet bu zor günlerde vatandaşlarına 1-2 ay bile bakamıyorsa, devletliğini ve devletçiliğini gözden geçirmelidir.
Üçüncüsü, ekonomik hasarın tüm suçunu karantinaya atmak akıl dışıdır. Çünkü türümüzün yakalandığı hastalık bir salgın. Tedavisi, aşı ve ilaç. İdare yöntemi de karantina. Bu, 2+2=4 kadar yalındır. Hastalık tedavi edilemediği için, “idare” yöntemini uyguluyoruz. İnsanlık olarak bize bunu reçete eden doktorlarımıza (yani epidemiyologlara) salgın bilimsel gerçekleri bize sundukları kızamayız. Bir önceki noktayla da paralel olarak halk, neyi, kimden talep etmesi gerektiğini iyi belirlemelidir. Gerçekleri söyleyen epidemiyolojiye söverek salgını yenemeyiz.
Sonuncusu, ekonomiyi çalıştırmak, salgından kaynaklı yıkımı ortadan kaldırmayacak. Tam tersine, iş yerlerinde birçok salgın patlak verecek, birçok çalışan eve gönderilmek zorunda kalacak, asemptomatik vakalar yerine birçok bulaştırıcı gözden kaçacak, iş yerleri geri kapatılmak zorunda kalınacak, hatta sırf bu ekonomik inattan ötürü ölen birçok insan olacak. Tyson tavuk firmasının fabrikasındaki 182 çalışana virüsün bulaşması bunun en gerçek ve katı örneği… 131.228 kişilik vilayetin 374 koronavirüs vakasının 182’si bu fabrikadan kaynaklandı, 44 yaşındaki 1 çalışan hayatını kaybetti. Fabrika kapandı.
Aç çocuklarını doyurmak isteyen ebeveynler, virüsün kucağına atlayarak kahramanlık yapıyor olmayacaklar; çünkü eğer virüs nedeniyle ölecek veya haftalarca hastanelik olacak olursanız da çocuklarınızın sıkıntı çekeceğini unutmamalısınız. O nedenle ekonomiyi geri döndürmekte bu denli hevesli olmak yanıltıcı. Bu salgını, bilimi daha da güçlendirmek, sosyal güvenlik ağlarımızı daha sıkı inşa etmek için bir fırsat ve ders olarak görmeliyiz.
Başından beri söylediğim gibi, şu anda hepimiz bir denek konumundayız. Ama bu komplocu bir “deney” değil. Virüs, hepimizi test ediyor. Ekonomimizi, siyasetimizi, felsefemizi, bilimimizi, her şeyimizi… Bilim, böyle bir salgını 2005’ten beri öngörüyordu; ancak hiçbir zaman bunun kolay olacağını iddia etmedi. Sadece biz hazırlıksızdık ve bu nedenle sınavdan çakıyoruz. Bilim dersine yeterince çalışmadığımız için, cezamız ise basit bir “sınıf tekrarı” değil. Küresel ölçekte bir ekonomik yıkım, milyonlara koşan ölümler, nefes almak için yalvaran hastalar, yük altında ezilen sağlık personeli…
Bu sınavı kopya çekerek, sınavı görmezden gelerek, üstünlük taslayarak yenmemiz mümkün değil. Bilim ile, akıl ile, alın teri ile, fedakarlık ile ve hatta belki klişe olacak ama, “kan ve göz yaşı ile” yeneceğiz.
BirGün / 31.05.20