Bir süredir, dikkat çekici bir acelecilikle sürdürülen ve hukuki norm ve biçimlerin, etkiyi artıran bir işlev taşıması beklentisiyle açıkça ilga edildiği bir büyük siyasal gösteriye dönüşen Kobanê ‘Davası’, bugün başlayacak duruşmalarla devam edecek.
Davanın konusu 6-8 Ekim 2014’te, IŞİD örgütünün, Suriye Kürtlerinin denetiminde bulunan Türkiye sınırındaki Kobanê kentine yönelik ölümcül kuşatmasına karşı yapılan gösterilere ve çoğunluğu eylemcilerden olan çok sayıda can kaybına dayanıyor. Bu dayanağın, teknik anlamda hukuki bir önemi yok belki; zaten suçlamaların önemli bir bölümü gizli tanıkların, itirafçıların ifadeleriyle, yargılayıcıların kendi aralarındaki yazışmaların, bu davanın ruhuna içkin bir kayıtsızlık ve dikkatsizlik sonucu iddianameye sızmasıyla da anlaşıldığı üzere, çarpıtılmış ve imal edilmiş delillerle oluşturulmuş. Bu yönüyle Kobanê davasının anatomisi Türkiye’de de dünyanın başka yerlerinde de rastlanan ve birer siyasal gösteri, hesaplaşma, tasfiye, imha vb. amaçlarla tertiplenen davalara benziyor. (1) Yakın tarihimizde bu tür davalar için, gündelik dilden türemiş bir kavram da yaygın olarak kullanılır hale geldi: Kumpas davaları.
Evet, Kobanê davası da bu kavramsallaştırma kapsamındadır, bir kumpas davasıdır. Ancak kapsamı ve varmak istediği menzil açısından, suçlamaların hukuki değeri yerine siyasal anlamı öne çıktığından, bu yanıyla da değerlendirilmelidir.
Bu davaya ilişkin birleştirilmiş bir iddianamenin mahkemece kabul edilmesinden (Aralık 2020) yaklaşık 3 buçuk yıl önce, 8 Temmuz 2017’de Erdoğan, G20 zirvesi için bulunduğu Hamburg’da bir gazetecinin HDP’nin tutuklu eş başkanı Selahattin Demirtaş’a dair sorusu üzerine şöyle söylemişti:
“Söylediğiniz kişi bir teröristtir. Öyle bir terörist ki bütün benim Kürt kardeşlerimi sokağa döküp ondan sonra 53 Kürt kardeşimi yine Kürtlere öldürten bir teröristtir.” (2)
Bu kısacık yanıt, Kobanê davasının siyasi niteliğini ve imal edilecek hukuki gerekçelerin bu niteliğe uygun olacak şekilde düzenleneceğini ‘erkenden’ haber veren bir tarih levhası gibidir. Erdoğan şahsında ‘Devlet’ ya da onun içindeki bir güç birliği, Selahattin Demirtaş şahsında Kürt siyasal hareketine hem “terörist” suçlamasında bulunmakta hem de bunu “Kürtleri Kürtlere öldürten bir terörist” ifadesiyle genişleyen bir planın içine yerleştirmek istemektedir. Nihai amacın, özellikle 2015 seçimlerinden itibaren ortaya çıkan, görece özerk bir siyaset merkezinin tasfiyesi hatta imhası olduğunu açık eder. HDP ve yöneticileri, sadece Türkiye siyasetindeki etkisiyle değil, Kürt sorunu bağlamındaki anlamıyla da tasfiye edilmek istenmektedir. Bu tutum, özellikle 2014 sonrasında kurulan ittifak ilişkileriyle doğrudan bağlantılı bir devlet siyasetinin uzantısı olarak ortaya çıkar.
Demirtaş'ın hatırlatması...
Erdoğan’ın Temmuz 2017’deki bu sözlerine Demirtaş’ın verdiği karşılık, bu bakımdan daha anlamlı görünebilir. Demirtaş, cezaevinden yazdığı cevabi yazıda Kobanê olaylarında can veren 54 kişiden 44’ünün HDP’li olduğunu hatırlatır. Ve üzerinden henüz bir yıl bile geçmemiş olan 15 Temmuz darbesine kalkışanların, o olaylar sırasında insanlar öldürülürken vali, komutan, emniyet müdürü, hâkim ve savcı olarak görevde olduklarını…
“Bu kişilerin” der, “15 Temmuz darbe girişiminin içinde olduklarını ve yüzlerce sivil yurttaşı acımasızca katlettiklerini görüyor olmana rağmen, 6-8 Ekim katliam ve provokasyonlarında payları olup olmadığını soruşturmak yerine, bütün suçu benim üstüme yıkarak siyasi bir rakibinden intikam alma basitliğine düşüyor olman...” (3)
Sadece bir intikam değil, tasfiye operasyonudur bu. Hedef, can kayıpları da dahil olayların aydınlatılması ve sorumluların ortaya çıkarılması değil, bu tasfiyenin gerçekleştirilebilmesidir. Darbeyle ilişkilendirilen kadrolar da Kürt kentlerindeki icraatları ile değil, onları kanlı bir hesaplaşma cüretine sevk edecek bir başka çatışmanın mağlup tarafı olmalarından dolayı cezalandırılır. Söz konusu ‘iç çatışma’nın gerçekleştiği alanlardan biri, darbecilerin o kentlerdeki görev performansları değildir ve hiç olmayacaktır. Darbeyle suçlanan kimselerin, çatışmalı süreçlerdeki askeri ve idari pozisyon ve faaliyetleri, bir iki cılız ses dışında gündeme dahi getirilmemiş; sözgelimi, “çözüm sericini de bunlar sabote etti” gibi işlevsel bir amaçla da kullanılmamıştır. Darbecilerin ‘onaylanmayan’ eylemleri bunlar değildir.
Başlıca bu durum bile Kobanê davasının hukuki değil, salt siyasal bir süreç olduğunu tek başına açığa çıkarır niteliktedir. Bir tasfiye, Kürt siyasal varlığına yönelik bir fiziki imha girişimidir bu.
Toplumun önüne döşenen fay hattı
Dava, sadece yargılananları cezalandırmak, fiziksel olarak etkisiz hale getirmek, tasfiye ve imha etmek amaçlarıyla sınırlı da kalmaz. Toplumun tümü önüne uzun ve kırılgan bir fay hattı döşeyerek bunun etrafında biriken gerilimle herkesi politik pozisyon/tutum almaya çağıran, devlet menşeli bir zorlamanın da mekanı haline gelir. Hem hukuki zorlamalar hem de propaganda araçlarının basıncıyla toplum ve tüm siyasal aktörler, bu davayı tertipleyenlerin düşünce ve söylem alanına sıkıştırılmak istenmiş, aksi yöndeki tutumlar, davadakilere benzer şekilde ölçüsüz ve gözü kara ithamlarla karşılanmıştır: Terör destekçisi, bölücü vs…
Kobanê davasının önemli etaplarından biri olan ve CHP’nin “anayasaya aykırı ama evet diyeceğiz” diyerek yol verdiği dokunulmazlıkların kaldırılması süreci bu işlevin en açık ve tahripkar şekilde göründüğü anlardan biridir. Sadece bir yıl sonra Enis Berberoğlu’nun tutuklanması bunu pekiştirmiştir; ancak asıl olan, yeni devlet ittifakının kendi iç bütünlüğünü tesis ederken kullanacağı saldırganlığı, ‘muhalefet’ unsurlarına da onaylatmayı ve öncelikli hasmını daha da yalnız bırakmayı başarmış olmasıdır.
Türkiye’de 2014 sonundan 2016 sonuna uzanan bir süreçte, 1978-80 arasına benzeyen, sıkıştırılmış ve ‘kurucu’ nitelikte bir fonksiyonu olması ümit edilmiş, kurgusal bir şiddet sarmalının içinde kaldı. Bu şiddet, esasen 2015 Haziranından sonra şekillenen bir yenilenmiş devlet ittifakı arayışında ve nihayetinde bu ittifakın giriştiği siyasi-idari ve hukuki yapı inşasında “kurucu” roldedir. 2014 Ekimindeki, şimdi bizzat mağdurlarının fail gibi yargılandığı ‘Kobanê olayları’ da o şiddet sarmalı kapsamındadır. 2015 yazında, tek başına iktidarı kaybetmiş Erdoğan’ın çare arayışında oluşmaya başlayan yeni egemen ittifakın temel harcı, bu şiddetin ortak ya da uyumlu/uzlaşılmış amaçlar doğrultusunda yapılandırılması olmuştur.
Kayyımlar ve tutuklamalar tesadüf değildi
Dokunulmazlıkların kaldırılması adımının Mayıs, Belediyelere kayyım yağmurunun Eylül ve Bahçeli’nin başkanlık sistemine geçiş önerisinin Ekim 2016’da gelmesi tesadüf değildir. Demirtaş’ın ve çok sayıda HDP’li siyasetçinin 4 Kasım’da tutuklanması da öyle.
Bu şiddet kampanyası, daha sonra olabildiğince geniş bir alana yayılarak bir politik diktatörlüğün kaldıracı olarak kullanılmak istendi, isteniyor. Son olarak Gezi ve Kaftancıoğlu davalarında görüldüğü gibi yargı, kararları ve işleviyle ‘siyasallaşma’ kavramını aşan bir noktaya gelmiş, siyasetle aynı dili kullanmaya, hatta onun söylemini oluşturmaya başlamıştır.
Kobanê davası, bir devlet ittifakının, açık şiddet araçları ve tamamen buna dönüşmüş yargı aracılığıyla tesis etmeye çalıştığı diktatörlüğün mahreç davasıdır. Ancak tüm bu basınca rağmen, özellikle Türkiye kapitalizminin özgül koşulları rejim açısından işleri zorlaştırmakta, hukuken çoktan çökmüş siyasal gösteri davalarının ‘maliyeti’ artmaktadır.
Tarihsel olarak da bu dava bir ‘kumpas davası’ olarak mahkum edilecek ve siyasi sonuçlarının ötesinde hukuki bir değeri olmayacaktır. Geçicidir. Yıllardır çok sayıda insanın özgürlüğünü çalan bir keyfilik içinde olmakla birlikte kırılgan ve geçicidir.
Bu davanın geçiciliği, rejimin geçiciliği açısından da başlıca işaretlerden birisi olacaktır. Ama siyasal ve toplumsal yönüyle yine bu dava ‘geçiciliğini’ yalnızca zamanın kemirgen eleştirisinin değil, politik müdahalenin öznel ve stratejik eleştirisinin de yardımıyla kazanmalıdır. Zira bu siyasal dava, salt bir ‘hukuk skandalı’na indirgenip, unutulmak istenen bir dönemin ölü simgesi haline gelirse, bir hukuksuzluk ikonasına dönüşürse, zararını telafi etmek mümkün olmayacaktır. Kobanê davası bir hukuk skandalı değildir, en azından bundan ibaret değildir; bir rejim inşasını da kapsayacak şekilde çok boyutlu bir hamlenin önemli ayaklarından biridir. Hukuken çökmesi yetmez, siyaseten yenilgiye uğratılması ve mahkum edilmesi gerekir. Türkiye'nin daha demokratik bir geleceği olacaksa, bu zorunlu görünüyor.
Selahattin Demirtaş’ın, HDP’ye yönelik kapatma davasına ilişkin Anayasa Mahkemesi’ne gönderdiği dilekçede yer alan ve yakın zamanda yayınlanan bir kitaba (5) ismini veren ‘beyaz sandalye’ imgesi, son derece isabetli şekilde bu davayı da resmeder. Demirtaş AYM dilekçesinde şöyle demektedir: “Benim plastik beyaz sandalyeden başka bir makamım yok…” Kobanê davası, toplumla birlikte siyaset yapmak ve tıkanmış, kendi krizlerinde boğulan devlet geleneğinin, egemen siyasetin dışına çıkma arayışında olan yurttaşları, F tipi cezaevlerindeki ‘beyaz plastik sandalye’ ile sınırlama stratejisinin en belirgin örneklerinden biri. Rejim siyaseti o sandalyelere sıkıştırmaya çalışırken yüksek fiziki gücünden ölçüsüzce yararlanıyor, ama o sandalyeler de kolaylıkla siyaset kürsüsüne çevrilebiliyor. Kobanê kumpas davası, sadece orada yargılananları değil, her bir yurttaşın ‘beyaz sandalye davası’dır.
Notlar
(1) Kobani, Gezi, Kaftancıoğlu gibi davaların aslen bir siyasal gösteri olduğuna dair pek çok tartışma ve analizden ikisini önermek istiyorum: Ayşegül K. Kaynar’ın Mavi Defter’deki yazıları ve Dr. Orhan Gazi Ertekin’in gazeteci Ayşegül Doğan ile yaptığı söyleşinin kaydı…
(2) https://www.bbc.com/turkce/ haberler-turkiye-40544582
(3) https://www.gazeteduvar.com. tr/politika/2017/07/10/ demirtastan-erdogana-acik- cagri
(4) Demirtaş’ın Beyaz Sandalyesi, Zınar Karavil, Dipnot Yayınları, 2022, Ankara
(5) Zınar Karavil’in yukarıdaki dipnotta da anılan bu kitabı, Selahattin Demirtaş’ın siyasal kronolojisi eşliğinde, Türkiye’nin yaklaşık son 9 yılına ilişkin çok faydalı bir arşiv metnine dönüşüyor.
Gazete Duvar / 30.05.22