İstiklal Caddesi’ndeki saldırıdan iki buçuk gün sonra, 16 Kasım Çarşamba sabahı. Erdoğan, saldırı günü gittiği Bali’de konuşuyor ve Endonezyalı bir gazetecinin sorusu üzerine şunları söylüyor:
“Şunu herkesin bilmesini isteriz ki İstiklal Caddesi'ndeki bu olayın akabinde şu anda İstanbul'umuzda ve ülkemizde hava normale dönmüştür. Bu konuyla ilgili zaten 40 yıldır terörle mücadele eden bir ülkeyiz (…) benim halkım da bu konudaki sabrını şu anda aynen göstermiştir, gösteriyor.”
Rutin bir açıklama gibi görünse de hem özel olarak Erdoğan’ın hem de Türkiye’nin içinde bulunduğu koşullara dair zihin açıcı anlamlar taşıyor bu birkaç cümle. Öncelikle Erdoğan’ın, saldırının failleri, amacı, hatta can kaybı ve yaralılar hakkında bile belirsizlikler sürerken “İstanbul’da ve ülkemizde hava normale dönmüştür” demesi dikkat çekicidir. Bu acelecilik, yıllar sonra belki de ilk kez bir ‘olağanüstülük’ halinin iktidar sahipleri tarafından istenmediğine işaret etmesi açısından ilginç. Nitekim –öncesi bir yana– 2013’teki Gezi isyanından bu yana Erdoğan-AKP yönetimi, oldukça çeşitlendirilmiş şiddet araçları ve keskin dönüşlerle biçimlenen yeni-ittifak desenleri aracılığıyla iktidara tutunurken daima bir olağanüstülükten yararlanmış; hatta 2016’daki darbe girişiminden sonra bunu sözde yasal-kurumsal bir çerçeveye sokma fırsatı yakalamıştı: OHAL –Allah’ın lütfu…
Gezi protestolarını şiddetle bastırmaktan yolsuzluk dosyalarını mahkeme süreçlerini ilga ederek kapatmaya, büyük kentlerdeki tedhiş saldırılarını tüm muhalefeti baskı altında tutacak bir kaldıraca çevirmekten seçim kurallarını oylama sürerken çiğneyip hatta sonuçları tanımamaya varan çeşitli araçlarla sürdürülen bu olağanüstülük, etrafında birleştirdiği yeni ittifak güçleriyle birlikte iktidarda kalmanın temel zeminiydi. Her defasında daha büyük bir cüretle ve daha büyük hukuksuzluklarla tahkim edilen bir cebren iktidar… Dağhan Irak, 15 Kasım günü diken.com.tr’de yayınlanan yazısında, bu durumu ‘yenilgiyi ötelemek’ olarak adlandırdı: “Siyasi iktidar 2013’ten beri hem yenilgiyi öteliyor hem de bir yandan el yükseltiyor.”
Çok doğru. Dağhan Irak’ın ‘el yükseltmek’ olarak adlandırdığı bu olağanüstülük, ‘yenilgiyi öteleme’nin ve iktidarda tutunmanın mümkün olan tek yoluydu da aslında. Derme çatma da olsa inşa edilen yeni rejimin özü, her defasında el yükseltme gözü karalığında bir şiddete dayanıyordu.
Ancak yine tüm bu dönem boyunca, Erdoğan-AKP rejimini oluşturan ve onu bir politik blok haline getiren başlıca güçler ve bunların oluşturduğu ittifak, bütünlüklü bir gövde hareketine sahipti. Sadece siyasal alandaki ‘Cumhur İttifakı’ değil kast edilen. Sermaye sınıfının bir fraksiyonu öncülüğündeki ve hacmen oldukça geniş kesimleri, işbirlikçi ya da doğrudan örgütsel uzantı biçimindeki sendikalar vb. aracılığıyla işçi sınıfının bazı kesimleri, özellikle Gülencilerin tasfiyesi ekseninde ittifaka katılan silahlı ve kravatlı bürokrasi, faşist siyasal hareket, tarikatlar, besleme basın…
Bu tablo, 2018’den itibaren çeşitli dışsal ve nesnel etkenlerle sarsıntılar geçirmeye başladı. Başkanlık sistemine geçişle birlikte vaat edilen ‘uçuşa geçme’ yerine Saray kabinesinin ihdasından sadece 1 ay sonra ortaya çıkan ekonomik ve siyasi şoklar (kur atakları ve ABD ile rahip Brunson krizi), 2019’daki yerel seçimlerde toplumun rızasına dair ortaya çıkan net olumsuz işaret, pandeminin yarattığı sorunlar, enflasyonun yarattığı ve halen süren yıkıcı etkiler, uluslararası siyasette de takınılan olağanüstülük tutumunun ve el yükseltme’nin sürdürülemez hale gelmesi…
2022’ye gelindiğinde, bu cebren iktidara karşı açık ya da kısmi itirazların kümesi oldukça genişlemişti. AKP içinden çıkan partiler, özellikle sermaye çevrelerinden gelen homurdanmalar ve bu homurtunun giderek AKP iktidarının sınıfsal tabanını içerecek şekilde MÜSİAD üyelerine bile ulaşması, enflasyon karşısında olağanüstü gelir kayıplarına uğrayan ücretli emeğin tüm kesimleri, milliyetçi bürokrasinin bazı unsurları sıralanabilir.
AKP-Erdoğan iktidarı ve onun temsil ettiği iktidar bloku, içinde bulunduğumuz yıl itibarıyla giderek derinleşen bir hegemonya krizine saplandı. Siyaseti seçimler düzleminde konuşmaya alıştırılmış bir ülkede bunun en açık sonuçları anketlerde ortaya çıkmaya başladı. Bir buzul çekirdekte –şimdilik– dursa bile iktidarın oyları eriyordu ve mevcut koşullar iktidarı, anaakım muhalefetin ‘alternatif ittifakı’na kendiliğinden armağan edecek gibi görülüyordu.
Oysa kriz, alternatif burjuva bloku da akamete uğratacak şekilde genişledi. Orada ‘aday tartışması’ ya da başta ekonomi ve laiklik olmak üzere bazı temel konulardaki uyuşmazlıklar, Türkiye kapitalizminin içinde bulunduğu çoklu krizi aşmanın sanıldığı kadar kolay olmadığını gösterdi. Bugün Türkiye, iktisadi, siyasi ve hatta ideolojik yanları olan bir çoklu krizin ortasında. Bu kriz sadece Erdoğan ve AKP’nin değil, bir bütün olarak burjuvazinin, Türkiye egemen sınıf ve kesimlerinin krizi haline dönüşüyor.
Erdoğan’ı el yükseltmekten (Kürt sorunu dışındaki neredeyse tüm konularda) el düşürmeye; normal koşullarda öfke ve düşmanlık neşriyatı için uygun bir terör saldırısının ardından hızlıca ‘hava normale dönmüştür’ demeye; Akşener şahsında bir başka milliyetçi fraksiyona gül ve dal uzatmaya; Sisi ve Esad gibi vaktiyle keskin düşmanlıklar üretilmiş bölge aktörleriyle el sıkışmaya ya da el sıkışabilmek için neredeyse ricacı olmaya sürükleyen, krizin bu niteliğidir.
Bütün hırçınlığı ve kudretiyle kullanılan olağanüstülük yerine bir süredir bizzat iktidar sözcülerinin dilinde dolanan ‘normalleşme’ söylemine dönüş, iktidarda tutunabilmenin koşulunu bu kez el yükseltmek yerine el düşürmeye bağlayan bir zorunluluktan kaynaklanıyor. Suriye Kürtlerine yönelik savaş pozisyonu, örnekleri geçmişte de görülmüş bir yeniden hegemonya tesisi çabasının geriye kalmış son kapsayıcı hamlesi olarak gündeme geliyor.
Seçim, tüm bu tabloda başat bir durak olmaya devam ediyor elbette; ama olayların, açmazların ve zorunlulukların akıntısıyla sürüklenen bir akarsuda yuvarlanan taşa benziyor o da… Müstakbel seçim sonuçları da olaylarla birlikte sürükleniyor.
Evrensel / 25.11.22