Yargısal süreç 12 Eylül'de nedameti zorlaştırıyor – Ezgi Başaran

  • Arşiv
  • |
  • Basın
  • |
  • 26 Kasım 2012
  • 05:40

Geçen hafta Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya hastanedeki yataklarından 12 Eylül davasının duruşmasında müdahil avukatlarının sorularını yanıtladı. “Bilmiyorum”, “Cevap vermeyeceğim” şeklinde. Hatta uykuya bile daldılar. Duruşma salonu ve adliye önünde toplumsal destek anlamında kimse yoktu. Müdahil avukatları bir vicdan kırıntısının peşinde çırpınıyordu. Bilgi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanı Prof. Turgut Tarhanlı’yla bunun sebebini, referandum sürecinden başlayarak konuştum.

12 Eylül davasının müdahil avukatları duruşma salonunda ve adliye önünde bir ıssızlık yaşandığını söylüyor. Niye toplumsal destek yok davaya?

Bu ıssızlık şaşırtıcı değil. Referandum dönemine gitmek gerekirse, halkoyuna sunulan pakette (12 Eylül döneminin sorumlularının yargılanma sürecinin önünü açan) Geçici 15. maddenin kaldırılması ve bunun sonucunda doğacak taleplerin nasıl karşılanacağına dair usuli ayrıntılarla ilgili ve kısaca 12 Eylül’le, hukuk önünde nasıl hesaplaşılacağına dair usul ve düzenlemeler yer alsaydı, öyle sanıyorum ki bu, toplumsal anlamda daha güçlü bir kabulün eşiğini oluşturabilirdi. Ama yapılmadı. Yapılmadığı gibi, Geçici 15b maddenin kaldırılması, adeta fonksiyonel, faydacı bir araç olma gibi bir gölge altında da kaldı.

15. madde hoş bir şeker

O ne demek?

Yani o referandum paketinde aslında başka birçok değişiklik de vardı ama hiçbiri bu Geçici 15. madde gibi bir toplumsal bölünme yaratmadı. İtirazlar vardı referandum paketine. Bunların bir kısmı, zaten AK Parti ne yaparsa, buna karşı olan kesimden geliyordu. Bir kısmı ise demokrasinin konsolidasyonu için bu girişimin başka belli hukuki düzenlemelerle birlikte hazırlanması gerektiğini söylüyordu. Fakat bu maddenin paket içindeki varlığı, hem paketin içindeki diğer düzenlemeler konusunda hem de 12 Eylül’le gerçekte nasıl yüzleşileceğiyle ilgili faydalı tartışmaların önünü tıkamış oldu diyebilirim.

Öyleyse Geçici 15. maddenin pakete eklenmesi bir yem miydi?

Ben böyle adlandırmazdım, ama pakete yönelik teveccühü arttırma bağlamında hoş bir şekerdi diyelim.

Geçici 15. maddenin kaldırılması önemli bir adım değil miydi?

Elbette önemlidir. Ama bunun hangi bağlamda ve nasıl yapıldığı da önemlidir. Mesela bu yürürlükten kaldırma işlemine ilişkin bir karşı hukuki tez, Geçici 15. maddenin, hukuki bir zırhla koruduğu o zümreye yönelik bir af hükmüne sahip olduğunu iddia eder. Bu tür tartışmaların yol açabileceği bulanıklığın bu yürürlükten kaldırma düzenlemesinin hazırlanışı ve kapsamının belirlenmesiyle izale edilmesi gerekirdi. Maddenin kalkmasıyla top tamamen yargıya atılmış oldu. Ama yargı süreci belli teknik ve usuli kalıpları olan bir süreçtir. Belli normlara ve hukuki tanımlara uymak zorundadır. Bu durum, suç isnadından başlar ve mahkûmiyet halinde infaz süresinin tayinine kadar böyle gider. Dolayısıyla yargı katı ve köşeli bir süreçtir. Acaba bizim 12 Eylül’le yüzleşmemiz için ihtiyacımız olan yol ve yöntem yargısal bir süreç miydi?

Alternatifi ne olabilirdi?

12 Eylül nedeniyle toplumun bir kesiminde var olan mağduriyet algısını canlandıracak bir tartışmayı, geçmişimizle yüzleşmeyi yargı üzerinden değil, ama toplumsal süreçler üzerinden gerçekleştirecek bir politikayla şekillendirmek olabilirdi. Gerçek alternatif bu olurdu. Dolayısıyla Geçici 15. maddenin anayasa metninden çıkartılmış olması, bir neden-sonuç ilişkisi içinde, toplumsal bakımdan da bir etki yaratmış sayılamaz. Bu nedenle asıl çabanın, suç isnadı ve savunma ekseninde bir ilişkinin karşılıklı tezlerinin çarpışmasından çok, 12 Eylül döneminin büyük insani kayıplarının sadece o dönemin mağdurları değil fakat sorumlularının da etkin katılımı ve katkısına yol açabilecek bir iklim içinde toplum önünde paylaşılması olduğunu düşünüyorum.

Yani sizi hapse atmayacağız, yeter ki 12 Eylül’de neler yaptınız anlatın mı denmeli?

Sadece, karşılığında cezalandırmaya yönelik bir yöntemle başarıya ulaşılamaz diyorum ki, sanırım sizin belirttiğiniz o yargılama salonundaki ıssızlık hali, toplumsal katılımın yok denecek kadar az olması bu durumu gösteriyor. Büyük insani bir mağduriyeti sadece hukukun dili üzerinden anlamaya çalışmanın yetersiz kalacağını düşünüyorum. Nitekim Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya da bu dili benimsemiş şekilde konuşuyor, “Biz teşebbüs etmedik, darbeyi yaptık” gibi cümleler sarf ediyor. Bu şaşırtıcı değil, çünkü yargılamada bu hukuk dilinin teknik bir işlevi ve anlamı vardır.

Darbenin ardından anayasa yapmış olmaları, gerçekten yargılanmalarına engel mi?

Yargılanmaya engel olmasa da bir tuhaflık oluşturduğu kesin. Zira mevcut anayasada hâlâ o dönemin ruhu yaşıyor. Daha da ironik bir durum, bugün hâlâ yürürlükte olan Milletvekili Seçim Kanunu ve Siyasi Partiler Kanunu gibi, siyasi hayatın morfolojisini oluşturan temel kanunların birer 12 Eylül ürünü olmasıdır. Dolayısıyla 12 Eylül ile gerçek bir yüzleşme politikası, sadece yargıyla sınırlı bir mecra değildir. Toplumsal alanda ve zihinlerimizde yeşerip büyümesi gerekir. Bunun için de insanlara değmesi gerekir. Siz de köşenizde yazdınız, o davadaki müdahil avukatlarının Evren ve Şahinkaya’ya sorduğu, “Hiç mi vicdanınız sızlamadı?” türünden soruların anlamı da, kanımca o iki ikonik ismin bahsedilen mağdur hikâyeleri karşısında sarsıldığını görmek olmalı. Bir tür nedamet arayışı veya onarıcı bir adalet anlayışı.

Hiç öyle bir nedamet yok ama...

Bu yargısal sürecin doğasıyla da yakından ilgili bir durum. Çünkü karşı taraf kendisini kurtarmak için savunmacı konuma itilmiş oluyor. Ceza yargılaması da zaten bunu gerektirir. Tabiri caizse, bir tür sıfır toplamlı bir sonuç doğurur. Yeterli deliller çerçevesinde bir tarafın suçlu olduğuna kanaat getirilir ve ceza alır ya da yasal çerçeve içerisinde suçsuz bulunur, beraat eder. Oysa aradan geçen 30 yıldan sonra, böyle bir hesaplaşmanın yargı yoluyla yapılmasının tercihi, özellikle o dönemin insanlıkdışı muamelelerine maruz kalmış binlerce insanın ve yakınlarının dertlerini bir ceza yargılamasının teknik labirentlerinde ortaya dökmek zorunda bırakılması, aslında oldukça asimetrik bir konumda kalmak değil midir?

Yargısal süreç eğilip bükülebilir mi 12 Eylül söz konusu olduğunda? Çünkü sadece hukuki gerçekliğe baktığımızda Evren ve Şahinkaya’nın beraatı mümkün…

Bu işin içinden nasıl çıkılacağını göreceğiz. 12 Eylül dediğimiz zaman, devletin ve hatta belli toplum kesimlerinin darbe sayesinde kirlenme halinden söz ediyoruz. Bununla hesaplaşmayı Evren ve Şahinkaya’nın yargılanmasına indirgemek elbette yeterli olmayacaktır. Bu bir toplumsal arınma meselesidir.

Evren ve Şahinkaya’nın yargılanması sembolik bir arınmayı getirmez mi?

Bence getirmez. Çünkü hakiki bir arınma için faillerin vicdanlarının sızladığını görmemiz gerekir ve yargısal süreçle bunu zorlaştırmış olursunuz. Bu dava sonucunda, “Evet onlara dokunuldu” demek mümkündür ama bunun, 12 Eylül’ün arka planında yatan zihniyeti ve sonuçlarını kavrayıp, geleceğimizi tartmamız ve tartışmamızdaki katkısı yine de zayıf kalabilir.

Toplumun bu davayı sahiplenmiyor olması sadece hukuki sürecin katılığı ve karmaşıklığıyla açıklanabilir mi?

Elbette hayır. Ama zaten bunun dışında, özellikle bir toplumsal uzlaşma ve restorasyona katkı sunacak imkânları vurgulamaya çalışıyorum. Toplumun büyük kısmı 12 Eylül’ü, sadece askerler ve marjinal solcular-sağcılar arasındaki bir kavgadan ibaret görebilir. Darbeden önce kan gövdeyi götürüyordu, askerler asayişi getirdi diye düşünen insan sayısının hiç de az olmadığını biliyoruz. Halbuki 12 Eylül sonrasında karşımıza çıkan tablo kamu düzenini yeniden sağlamanın ötesindedir. Kaldı ki, bununla ilgili de ciddi tartışma soruları var. Bu darbe, devlet nizamının ve teşkilatının değiştirilmesi ve topluma bir yön verme amacıyla, ülkenin her bireyini kuşatan, boğucu bir siyasi iklimin hâkim kılınmasıdır. Ve burada ahlaki-hukuki bir tartışma da doğuyor.

Adaletin bir süreç olarak inşası

Nedir?

12 Eylül’ün bir ucu size hiç dokunmamış olabilir. Ama, Türkiye’nin yakın geçmişinde, belli bir zaman diliminde yaşanan büyük bir mağduriyeti, sadece marjinal diye nitelediğiniz çevrelerle sınırlı kabul ederek, görmezden mi geleceksiniz? Bu ahlaken olduğu kadar, bir arada yaşamanın ortak hukukunu belirleyen, kurumsal ve bireysel hukuk bakımından da kabul edilemez. Dolayısıyla, insanların bu soruları kendilerine ve başkalarına sormasına fırsat vermek için geliştirilecek bir politikaya ihtiyaç var. Bu çerçevede, özellikle o dönemin mağdurlarının sesinin duyulması, duyurulması büyük önem taşıyor. Fakat aynı ölçüde önem taşıyan bir konu, bu mağduriyete yol açan kişilerin de bunu görmesi için gösterilecek bir çaba ve bu sürece etkin katılımlarının sağlanabilmesidir. Bunu, adaletin sadece bir ‘sonuç’ değil, bir ‘süreç’ olarak inşası ve geliştirilmesi olarak açıklamak da mümkün.

Yasaları dururken bir faydası var mı?

12 Eylül kurumlarını, yasalarını ve baskıcı zihniyetini ortadan kaldırmadan iki darbeciyi yargılamışsın ne fayda demek yanlış mı?

Doğru ve haklı bir söz olur. O kurumların ve yasaların varlığı olağandışı olarak algılanmıyorsa, bunda bir sorun vardır. Çok bilinen 12 Eylül sorunlarının ötesinde şeyler de var. Örneğin yürütme organının devlet teşkilatı içindeki asimetrik üstünlüğü şiarı. Başka bir deyişle, bir demokrasinin hayat damarlarını oluşturan ‘denge ve denetim’ ilke ve mekanizmalarının bu uğurda seyreltilmiş olması ve bunun, 12 Eylül sonrasının tüm hükümetlerince konforlu bir iktidar hazzı uyandırmış olması. Bu sayede, idarenin işlem ve eylemlerinin takibi ve gerekirse hesabının sorulması konusunda ortaya çıkan bir zaafiyet. Ve elbette, demokrasinin konsolidasyonu insani kayıpları göz ardı ederek veya küçümseyerek gerçekleştirilemez. Zira bu durumda, zihinlerde ve hafızada bir bölünmüşlük zehri toplumu kuşatır. Bölünme kaygısı sadece bir toprak meselesi olarak değil, fakat bu insani cephesiyle de anlaşılmak gerekir.

AK Parti Kürtlere seçmeli ders verdi, Kürtçe yayın yapan kanal açtı, askeri vesayeti kaldırdı, 12 Eylül’ün yaşayan üst düzey askerlerinin mahkemeye çıkmasının önünü açtı. Artık demokrasinin gelmesi, bölünmenin bitmesi gerekmiyor muydu?

Olumlu adımları küçümsememek gerekir. Fakat bu saydıklarınızın hepsinde de bir devlet dili hâkim oldu. Bu da öyle bir dildir ki, yurttaş katılımı ön planda değildir. Halbuki böyle bir niyet söz konusuysa, güçlü bir siyaset tüm bu reformları aşağıdan yukarıya topluma yayarak gerçekleştirmeyi şiar edinebilir.

Aynı durum Kürtlerin hakları bakımından belirttiğiniz durumlar için de geçerlidir. Kısaca, demokrasiyi güçlendirme adımlarında ‘usul’ün anlamını ve önemini hissetmeliyiz. Bu hukuk geleneğinde de var olan bir ilkedir, ‘usul, esası belirler’.

Radikal / 26.11.12