Sermayenin saldırılarına karşı tek yol fiili-meşru mücadele! / KB

  • Arşiv
  • |
  • Kızıl Bayrak
  • |
  • 20 Ekim 2012
  • 15:34

Sermaye hükümeti AKP’nin ve işbirlikçisi sendikal korucuların el birliğiyle hazırlanan “Toplu İş İlişkileri” yasası meclisten peyderpey geçirildi. Sınıfın örgütlenme hakkını hedefleyen ve sendikaların sermayenin basit birer uzantıları haline getirilmesini amaçlayan saldırı yasası, aylardan sonra göstere göstere büyük bir pervasızlıkla hayata geçirilmişdi.

Elbette ki bu durum, sermayenin gücünün bir ispatı değil ama sınıfın temsiliyeti adına “muhalif”, “ilerici”, “devrimci” sıfatlarıyla kamuoyunda boy gösteren sendikacıların güçsüzlüğünün yeni bir kanıtı olmuştur. Öyle ki aylardır gündemde olan ve fiili bir yetki gaspına dönüşen saldırıya karşı bu güne kadar dişe dokunur en ufak bir mücadele hattı örülmemiş ancak meclisin açılmasına bir iki ay kala zevahiri kurtarmaya dönük eylemler gerçekleştirilmiştir. Ne zaman ki saldırı yasası mecliste görüşülmeye başlanmış ancak o zaman sınırlı bir “iş bırakma” eylemi gündeme getirilmiştir. Böylesi bir “mücadele” düzeyinin ise anılan saldırıyı ve hemen ardından gerçekleşecek olanları püskürtmeye yetmediği-yetmeyeceği bir kez daha görülmüştür.

Bu koşullarda sınıfın ihtiyacına yanıt verecek fiili, meşru, militan mücadeleyi örgütleme iradesini gösteremeyenlerin malum sonuç üzerinden ihanetçi kimlikleri birçok vesileyle tescillenmiş Hak-İş ve Türk-İş bürokratlarını şeytan taşlarcasına hedefe çakmaları da samimiyetsiz bir tutum olmaktadır. Zira yasanın hayata geçmesinde bu ihanetçi güruhun ne yaptığından çok onun karşısında sınıftan, emekten yana olduğunu söyleyen sendikal kesimin neler yapmadığı daha belirleyici olmuştur. Tüm bunlar gözardı edilerek sadece ihanetçiliği teşhir etmek ve suçlamak gölgelerle kavga etmekten başka bir anlama gelmez.

Bu açıdan DİSK’in ve Sendikal Güç Birliği Platformu’nda yer alan sendikaların bu sonuçta doğrudan payları olduğunu söylemek hiç de haksız, abartılı bir yaklaşım olmayacaktır. DİSK’in mevcut saldırılara karşı  “Zalimin zulmüne direneceğiz” kampanyası çerçevesinde ortaya koyduğu mücadele pratiği, sonuç alıcı olmaktan uzak, sınıf bölüklerini mevcut saldırılar karşısında harekete geçirmeye ve seferber etmeye dönük bir planlamadan yoksun, yapılabileceklerin en asgarisi sınırında kalan eylemler düzeyinde gerçekleşmiştir. Sınıfın üretimden gelen gücünü kullanmaya dönük herhangi bir planlama yapılmamışken, Nakliyat-İş’in yasanın mecliste görüşüldüğü günlerde gerçekleştirdiği iş bırakmayı saymazsak buna dönük ne bir çağrı, ne de hazırlık yapılmıştır. Sınıfın örgütlenme hakkını hedef alan bir saldırıya karşı tarihinde şanlı bir direnişe sahip olan DİSK’in gelinen yerde “direnişin” çıtasını yapabileceklerin bile altında tutması ne anlaşılır ne de kabul edilebilir bir durumdur.

Aynı durum SGBP’de yer alan “muhalif” sendikalar için de geçerlidir. Süreç boyunca saldırıların boyutlarına, ciddiyetine dair yapılan onca açıklamaya ve mücadele edilmesi gerektiğine dair çağrılara karşılık onlar da beklemeci bir tutum içerisinde kalmış, en azından kendi konfederasyon yönetimine karşı ciddi bir tepki örgütleyememişlerdir. Dahası saldırının öncü vuruşu niteliğinde sayılacak hava işkolunda uygulanan “grev yasağına” karşı havayolu emekçileriyle somut bir dayanışma pratiği içerisinde bulunmamışlardır. Grev hakkının grev yaparak kazanıldığına dair vurgular yapılsa da aynı hakkın korunması için de greve gidilmesi gerektiği “akıllara gelmemiştir”. Oysa ki bu dönemde sermayeye karşı gösterilecek ciddi bir direniş, saldırı yasalarına karşı topyekun bir mücadelenin zeminini de sunabilirdi.         

Bir kez daha belirtmemiz gerekir ki bu saldırıların önlenemeyişinin gerisinde sınıfın güçsüzlüğü değil ama onun meşru militan gücünü açığa çıkaracak bir iradenin yoksunluğu, önderlik zaafiyeti söz konusudur. Bu yüzden gerçekleşen saldırılar önlenemez, kaybedilen mevziler geri kazanılamaz değildir. Mücadele doğru temellerde örgütlendiği ve kararlılık gösterildiği oranda nasıl ki Taksim’in yeniden 1 Mayıs alanı olarak kazınılması sağlandıysa, nasıl ki 1 Mayıs’ın resmi tatil ilan edilmesi sağlandıysa, sermayenin UİS, kıdem tazminatının fona devredilmesi gibi sırada bekleyen saldırılarının püskürtülmesi de, kaybedilen hakların yeniden kazanılması da başarılamayacak işler değildir.

Fakat bunun için sözde değil özde bir mücadele programı hazırlanabilmeli ve konfederasyon ayrımına gitmeden ilk elden sınıfın örgütlü kesimlerinin ortaklaşa seferberliği sağlanabilmelidir. Sanayi havzalarında, üretim alanlarında sınıfın örgütsüz en geniş kesimlerini hedef alan ve bu kesimleri mücadeleye çağıran bir aydınlatma, bilinçlendirme faaliyeti örgütlenmelidir. Mücadeleyi en geniş kesimlere yaymak için taban örgütlülükleri oluşturulmalıdır. Mitingler, basın açıklamaları ve sokak eylemlerinin yanı sıra sınıfın toplumdaki ayırtedici konumundan gelen özelliğini, üretimden gelen gücünü kullanmaya dönük eylemsel bir hat oluşturulmalıdır. Sermayenin saldırılarına karşı topyekün bir karşı koyuşu örgütlemenin yolu sınıf hareketinde yaşanan her bir gelişmeyi de ortak sınıfsal bir tutumla karşılamayı gerektirir. Bu yüzden de metal iş kolunda gerçekleşecek TİS süreçlerine ya da yerel, sektörel, mevzi bazında yaşanan her gelişmeye birleşik bir mücadele ekseninde tutum alınması gerekir.

Sermaye sınıfın işçi sınıfına karşı dünya çapında başlatmış olduğu saldırılar, Türkiye’de de tüm kapsamıyla yürütülüyor. Bu saldırılar karşısında dünya genelinde başlatılan direniş ve mücadelelerin bir parçası olabilmek, sermayenin AKP eliyle yürüttüğü saldırılara karşı sınıfın fiili meşru, militan mücadelesini örgütlemekten geçer. Bugünkü sendikal anlayışların bu bakıştan uzak olması, böylesine tarihsel sorumluluğu başta sınıf devrimcileri olmak üzere ilerici, öncü güçlerin omuzlarına yüklemektedir.

(Sosyalizm İçin Kızıl Bayrak, 19 Ekim 2012, Sayı 09-42)