Paylaşılamayan bir cumhuriyet… / KB

  • Arşiv
  • |
  • Makaleler/Yazarlar
  • |
  • Kızıl Bayrak
  • |
  • 03 Kasım 2012
  • 12:15

29 Ekim kutlamalarından yansıyanlara bakıldığında paylaşılamayan bir cumhuriyet resmi görülmektedir. Burjuva düzen siyasetinin merkezinde duran hükümet ve muhalefet kanatlarından yapılan açıklamalara bakıldığında ortaya çıkan tablo, bu burjuva cumhuriyetinin ne çok sevildiğidir. Cumhuriyeti sahiplenme gayreti öylesine şiddetlenmiştir ki CHP “laik” kitleleri, AKP ise elinde olan iktidar gücünü arkasına almaya çalışmaktadır. Peki onların bu cumhuriyet seviciliği nereden gelmektedir.  Paylaşamadıkları ve paylaştıkları nelerdir?

Cumhuriyet hangi sınıfa aitse, o sınıfın çıkarlarına hizmet eder!

Kuruluşundan bu yana Türk sermaye devletinin varlık nedeni her türlü sınıf ayrımının ortadan kaldırıldığı, sınıfların ve sınıf çatışmalarının olmadığı bir düzen yaratma amacı olmamıştır. Aksine eski sömürü düzeninin son kalıntıları üzerine inşa edilen kapitalist bir ülkedir yaratılmaya çalışılan. İşgal güçlerinin bu topraklardan defedilmesinde, bu topraklarda yaşayan her milliyetten yoksul emekçinin emeği olması bu gerçeği değiştirmemektedir. Verilen bu mücadelenin siyasal önderliği burjuva kasta aittir. Aksinin olması zatan o günün koşulları ve nesnel gerçekliği üzerinden pekde mümkün değildir. Çok doğal olarak bu genç cumhuriyetin kurucuları tarafından atılan her adım kapitalist sistemin iyice yerleşmesi içindir. İzmir iktisat kongresinin kararları başlamış olan bu sürecin programatik bir devamıdır. Cumhuriyetin sınıfsal niteliğine, uygulamalarına kısaca bir göz atıldığında bile bu kolayca görülecektir. Sendikal yasaklar, örgütlenme üzerindeki engeller yıkılan Osmanlı monarşinden farklı olmamakla birlikte yeni biçimler kazanmıştır.

İlk grev yasağı 1909 tatili-eşgal kanunudur. Ancak Osmanlı’dan bu yasakçı yasa aynen devralınmış, cumhuriyette de devam ettirlmiştir. 1925 yılında çıkarılan Takrir-i Sükun Kanunu bunun somut örneğidir. Yine Faşist Mussolini İtalya’sından alınan ve 1936 yılında çıkarılan iş yasası ise grev hakkını yine yok saymıştır. Öte taraftan İstanbul’un işgal yıllarında bile yapılabilen 1 Mayıs kutlamalarının Cumhuriyetle birlikte yasaklanması, sonrasında uzun yıllarca devam etmesi, 1 Mayıs gösterilerinin katliamlara dönüşmesi, kazanılmış hakların gaspı, sendikal yasaklar, örgütlenmenin önündeki engeller bir bütün olarak uzun bir cumhuriyet klasiğidir. Hükümetler değişmiş ancak bu ve benzeri uygulamalar değişmemiştir, değişmeyecektir.

1950 yılında CHP’nin Çalışma Bakanlığı Müsteşarı Fuat Erciyes’e “grev isteyen işçinin Türklüğünden şüphe ederim” dedirten zihniyetin arkasında hangi sınıfın bakışı duruyorsa, Erdoğan’a “ayaklar baş olursa kıyamet kopar” dedirten anlayışın arkasında da aynı bakış vardır. Bundandır ki tüm bir cumhuriyet dönemi, işçi sınıfına ve emekçilere saldırılarla geçmiştir. Yeri geldiğinde 12 Eylül’de olduğu gibi burjuvalar “artık gülme sırası bizde” diyerek sevinmişlerdir. Bütün bu tablo bugün işçi sınıfına kapsamlı yıkım saldırılarını dayatanların cumhuriyeti ile dün grevleri yasaklayanların cumhuriyeti arasında hiç de fark olmadığını göstermekte, rejimin olduğu gibi devam ettiğini de ispatlamaktadırlar. Yani bu anlayış aynı zamanda onların ortak noktalarıdır. Zira aksi imkansızdır çünkü hizmet ettikleri ve çıkarlarını savundukları sınıf aynıdır. Burjuva cumhuriyete böylesine bir bağlılığın gerisinde bu gerçek bulunmaktadır. Aynı safta olanların politikada ve pratikte yan yana düşmesi tesadüfi değil bir zorunluluktur.

Cumhuriyetin ilanından günümüze değişmeyen politika; imha ve inkar!

Bugün zindanlarda ölüm sınırına dayanan açlık grevleri ile birlikte bir kez daha gündeme gelen Kürt ulusunun haklı istemleri cumhuriyet dönemi boyunca hep baskı, inkar, katliam ve asimilasyonla karşılaşmıştır. Cumhuriyetin ilk yıllarındaki Kürt isyanlarından bu yana yıllar geçmiş ancak burjuva cumhuriyetin inkar ve imhaya dayalı tavrı değişmemiştir. Bu uygulamadan bu coğrafyada yaşayan, Kürtler, Ermeniler, Rumlar, Lazlar, Çerkezler yani tüm halklar nasibini almıştır. Takriri sükun, İmar ve İskan yasaları, tehcirler, güneş dil teorileri, vatandaş Türkçe konuş kampanyaları, tek dil, tek din, tek mezhep, tek ulus politikaları ile herkes zorla Türkleştirilmeye çalışılmıştır. Yeri gelmiş Türk olmamakta inat edenler kıyımdan geçirilmiş, köylerinden, yaşadıkları yurtlarından edilmişlerdir.

Burada daha sayılamayan tüm bu uygulamalar cumhuriyetin resmi politikasıdır. Bu politikanın gerisinde “tanrı dağı kadar Türk, Hira dağı kadar Müslüman” Türk-İslam anlayışı, ırkçılık, inkarcılık yatmaktadır. Açılım mucidi Erdoğan’ın “kadında olsa, çocukta olsa…” yaklaşımı ile dün yakalanan PKK’liler için sünnetsiz, Ermeni diyen zihniyet arasında zerre kadar fark yoktur. Ki bugün nasıl bir kafatasçılık, ırkçılık, kindarlıktır ki Kürt halkı Yezidi olmakla bile suçlanabilmektedirler. “Ermeni tohumu”, “Rum gavuru” diye küfredilenlere bu gün de Yezidiler eklenmiştir.

Namluyu tutan eller değişmiş, Kürtlerin üzerine Urfa’da 33 kurşun yağdıranların yerini Roboski’de bomba atanlar geçmiştir. Yani silahlar hiç boş kalmamış, namlular hiç soğutulmamıştır. Sadece bu öldürücü silahları ateşleyen ve ateşleme emrini verenler değişmiştir. İnkar ve imhada uzmanlaşmış sermaye cumhuriyeti için mevzide bir nöbet değişimi olmuş ancak namlunun ucundaki hedef hiç değişmemiştir. Kürt halkı için yaşadığı topraklar bu savaşın yarattığı mezarlıklarla dolmuştur.

Yüzlerce yıllık düşman, Aleviler…

Yaşadığımız topraklarda Alevileri ezeli ve ebedi düşman gören sömürücü, egemen anlayışların geçmişi yüzlerce yıla dayanmaktadır. Dar ağaçlarına, kıyımlara, sürgünlere, katliamlara alışkın olan Aleviler aynı zamanda Baba Ishak’tan, Pir Sultan’dan, Seyit Rıza’dan aldıkları bir direniş geleneğide sahiptirler. Zulmün olduğu yerde isyanın sembolü, sefer edilip zafer elde edilemeyen Dersim’in çocuklarıdır onlar aynı zamanda. Bu yüzden adları hep katliam ve direnişle birlikte anılmıştır. Dersim katliamının cumhuriyetin ilk yıllarına rastlaması tesadüf olmadığı gibi cumhuriyet Türkiyesi’nde geleceğin Aleviler açısından nasıl şekilleneceğininde göstergesidir. Zira yıllar içerisinde Maraş’ta, Çorum’da, Sivas’ta, Gazi’de yeni katliamlara maruz kalmışlardır.

Aleviler de cumhuriyetin resmi ideolojisinin kurbanlarındandır. Geride bırakılan yıllarda verilen mücadelenin bir sonucu olarak varlıkları mecburen kabul edilip, “açılımlar” yapılsa da haklarında verilen ferman Osmanlı’dan buyana değişmemiştir. Büyük bir insanlık ayıbı olan Sivas davasını zamanaşımına bırakmak, Aleviler için “mum söndürüyorlar” diyen Erbakan’ın “kaçak öğrencilerine” kalması ise bir rastlantı değildir. Hala daha evlerinin işaretlenmesi, Suriye gündeminde bile hedef haline getirilmeleri, bu sömürü düzeni değişmedikçe Alevilerin değişmeyen kaderi olarak kalmaya devam edecektir.

Cumhuriyetin derinliğindeki güç; kontr-gerilla…

Bugünlerde dinci-gerici AKP koalisyonu tarafından çokça kullanılan, sözde derin devleti ifşa etmek amacını taşıyan “ergenekon” önemli bir gerçeği de perdelemektedir. Esasında kontr-gerilla olarak adlandırılan, sosyalizmin yayılmasını engellemek amacıyla emperyalistler tarafından işbirlikçi devletlere kurdurulan, kendi ülkelerindeki derin, kirli örgütlenmelerin benzeri organizasyonlardır.

Benzeri organizasyonlar Türk burjuva cumhuriyetinin daha ilk yıllarında mevcuttu. Kapitalist sistemin sağlam temeller üzerinde yükselmesi için kollarını sıvayan sömürgeci devletler daha o zamandan gerek akıl hocalığından, gerekse pratik yardımlardan kendilerini esirgememişlerdi. Bu topraklardaki egemen anlayışın devraldığı yöntemler de bu politikaya oldukça yardımcıydı. Türk-islam sentezi olarak formüle edilen resmi görüş için kurşun sıkacak, insan öldürecek katiller bulmak hiçde zor değildi. Henüz cumhuriyet kurulmadan Karadeniz’de katledilen Mustafa Suphi ve 14 yoldaşı bunun en çarpıcı örneğiydi. Elbette Sabahattin Ali’nin katlini unutmamak gerekir. Yine Turancı kontr-gerilla örgütlenmelerine ilk desteği verenin Alman faşizmi olmasıda rastlantı değildir.

O dönemki gizli servis olan MAH’ın yetenekleri, deneyimsiz ve yeni bir devlet için hiç de amatörce değildi. Sonrasında 6-7 Eylül olaylarının arkasındaki organizasyonun kimlerin eseri olduğu açığa çıkacaktı. Bu gibi benzeri provokasyonlar her fırsatta, yıllarca denenecek ve denenmeye devam edecektir. 6. Filoyu protesto eylemlerine saldıranlar, komünizmle mücadele dernekleri (Fetullah Gülen bu derneğin Erzurum şube başkanıydı), Amerika’nın kontrgerilla kamplarında eğitim görenler (ilk gidenlerden Alparslan Türkeş), Bahçelievler’de 7 TİP’li gencin katli, 77 1 Mayıs Katliamı’nı, Maraş, Çorum, Sivas katliamları, 12 Eylül sonrası devam eden kontr-gerilla katliamları, “faili meçhul” cinayetler, kaçırıp kaybetmeler vb vb… Tüm bu derin organizasyonların arkasında yine aynı sermaye diktatörlüğü durmaktaydı. Bu katliamların faili olanlar, sermaye cumhuriyetinin iz bırakmamak için kullandığı eldivenler, yani çeşitli biçimler adı altında eğitilmiş kont-gerilla elemanlarıydı.

Kapitalizmin yarattığı kültürel yozlaşma ve çevre tahribatı…

Sömürü üzerine kurulu olan bu düzenin insana verebileceği tek şey yoksullaşma dışında bir de kültürel yozlaşmadır. Kapitalizm insanları ahlaki bir çöküntüye sürüklemektedir. Çürüme insana ait olan tüm iyi yanları ortadan kaldırmakta, geriye herşeyi maddi bir çıkara endekslemiş etten bir beden bırakmaktadır. Kadın üzerindeki sömürü gittikçe artmakta, kadın bedeni bir meta haline getirilmektedir. Tüm bu çürüme, kadın üzerindeki sömürü şimdilerde dinsel gerekçelerin arkasına saklansa da özünden bir şey kaybetmemektedir.

Aynı şekilde insana hizmeti değil haksız çıkarı ve kazancı temel aldığından kapitalist sistem, tabiatı da mahvetmekte, insanlığı çevresel felaketlere sürüklemekte, bunu bir kadermiş gibi göstermeye çalışmaktadır.

Cumhuriyetin saklanan bir başka gerçeği; paylaşılamayan zenginlik…

Kapitalist bir sistemde işçi ve emekçiler gittikçe yoksullaşırken, bu düzenin sahipleri olan burjuvaların gittikçe zenginleşmesi kadar doğal bir şey yoktur. Aynı gerçek elbette bu ülke için de geçerlidir. Burjuva cumhuriyetinin bu yılki en zenginleri sıralamasına bir bakıldığında, bu toprakların yeraltı ve yerüstü zenginliklerinden, işçi ve emekçilerin ürettiklerinden kimlerin faydalandığını görebiliriz. İşte bu katıksız gerçekler sermaye sınıfı içerisindeki güç odaklarının ve onların siyasal temsilcilerinin tüm bu kavgalarının arkasındaki yatan nedenleri göstermektedir. Tüm atışmalarına rağmen bir avuç asalak zenginlikleri kendi aralarında bölüşürken, bizlere düşense yoksulluğu bölüşmek olmaktadır.

En zengin 100 Türk araştırmasına göre, Koç Ailesi 8 milyar doların üzerindeki servetiyle bu yıl da ilk sırada yer almıştır. 7-8 milyar dolarlık servetleriyle 2. sırada Şahenk Ailesi, 3. sırada Ülker Ailesi var. İlk 10 içersinde ise yine sırasıyla; Erol Sabancı ve Ailesi Sabancı Holding, Türkan Sabancı ve Ailesi S. Sabancı Holding, Şevket Sabancı ve Ailesi Esas Holding, Şarık Tara Enka Holding, Eczacıbaşı Ailesi Eczacıbaşı Holding, Doğan Ailesi Doğan Holding, Yazıcı Ailesi Anadolu Grubu bulunmakta. Listeyi fazla uzatmaya gerek yok. Ancak dikkat çeken AKP iktidarıyla yükselmeye geçen Ülker Holding’in geçen yıl 6. iken bu yıl 3. sıraya geçmiş olmasıdır.

Özetle sermaye sınıfı içerisinde hangi kanattan olursa olsun, ister laik, isterse ılımlı islam, onlar bu düzenin tüm nimetlerinden fazlasıyla faydalanabilmekte ve kendi aralarında bunun kavgasını vermektedirler. Ancak görüldüğü üzere hangi milliyet ve inançtan olursak olalım, biz işçi ve emekçilere karşı uyguladıkları politikalar esası yönden hiç değişmemiştir. Kendi sınıf çıkarları gereği, milyar dolarlık servetlerini korumak ve daha da artırmak için kurulu olan bu sömürü düzeninin bekası için yapmayacakları kötülük yoktur.

O halde bize düşen görev insanın insan tarafından sömürülmediği, her türlü ayrımcılığın ortadan kaldırıldığı, üretilen tüm zenginliklerin birlikte paylaşıldığı, ulusların kendi kaderlerini özgürce tayin edebildiği, kardeşçe yaşanılacak sosyalist cumhuriyetler birliğini yaratabilmektir. Kendi sınıf çıkarımız bize bunu dayatmaktadır.

(Sosyalizm İçin Kızıl Bayrak, 2 Kasım 2012, Sayı 10-43)