'O afili binalara kanmayın, dışı sizi içi bizi yakar'- Berrin Karakaş

  • Arşiv
  • |
  • Basın
  • |
  • 07 Mayıs 2012
  • 07:05

BM'deki örgütlenme çalışmaları sırasında oluşturulan, adını Yapı Kredi Plaza önündeki eylemlerden alan Plaza Eylem Platformu 'mavi yaka-beyaz yaka' ayrımını yıkmak, 'Biz de işçiyiz' demek üzere 1 Mayıs'taydı. PEP üyeleri anlatıyor

‘Beyaz yakalılar’ denince aklınıza gökdelenlerin zirvesinde oturan, maaşları da o zirvelere yaraşır insanlar geliyorsa hâlâ, Plaza Eylem Platformu’yla (PEP) tanışmamışsınız demektir. Uzundur 1500 lira maaşla yaşamaya çalışan milyonlarca beyaz yakanın varlığını hatırlatıyorlar kendileri. Bu gerçeğin yanında hayli yalan başka gerçekleri gösteriyorlar. Şirketlerin takım elbiseler jilet gibi olsun, lüks mekânlardan beri gelinmesin de şirketin imajına zarar gelmesin mantıklarını sorguluyorlar. “O afili binalara kanmayın, dışı sizi içi bizi yakar” diyorlar. Beyaz yakalıyız ‘itibarına’ sığınıp, borçlandırılarak elde edilen lükslerine kanıp kenara çekilmiyor, mavi yakalılara da destek veriyorlar. Tehlikenin farkında olmayan, farkında olup da ses çıkarmayanlar için düzenledikleri toplantılarla bilinçlendirmeye devam ediyorlar, aynı kaderi paylaştıkları çalışanları.

1 Mayıs sonrası üzerinden çok geçmeden buluşalım, neler yaşadıklarını dinleyelim istedik. PEP’e üye beş arkadaşla, oturduk masaya. İsimlerini yazamıyor, fotoğraflarını çekemiyor olmak bile nasıl şartlarda çalıştıklarına dair ipucu verebilir sanırız. “Diyelim ki yazdık isminizi, ne olur?” sorumuzun cevabı gayet net: “İsimler haneye yazılır. Kimmiş bu, siciline bakılsın, içeriyi karıştıracak bir şey yapıyor mu bakılsın araştırmasına girilir ve ilk fırsatta karşınıza çıkarılır.” ‘İsimsizler’ masamızın bir üyesi bu açıklamanın üzerine diyor ki; “Öyle ki 1 Mayıs’a katılmak CHP harici bir sol siyasi partiye üye olmaktan dahi fena onların gözünde.” ‘Tehlikeli’ 1 Mayıs’a dair bu seneki yorumları pek çok insan gibi pek iç açıcı değil. Gelinen noktayı Hürriyet gazetesinin yaptığı ‘1 Mayıs’ın en yaratıcı pankartları’ yarışması örneğiyle anlatıyorlar. ‘Turnikeler ayırır meydanlar birleştirir’, ‘Akvaryumdan Okyanusa Plazalardan Meydanlara’, üzerinde ‘Takım Çalışması Değil Dayanışma İstiyoruz’ yazılı BlackBerry şeklindeki dövizlerini hatırlatıp “Sizin dövizler girmiş mi dereceye?” komik sorumuzun cevabı da komik: “Seneye PR çalışması yapmalıyız.” 

Anti-depresan yerine PEP
Plaza Eylem Platformu’nun en yeni faaliyetlerinden biri de Maslak, Esentepe gibi plaza bölgelerinde dağıttıkları ‘Plaza Postası’ bülteni. “Onların gözünde bir şey dağıtan insan ya dil kursu ya da öğlen yemeği mekânı ilanıdır” gibi şartlara rağmen metro ve metrobüs kapılarını tutup, hukuk haberleri, sağlık haberleri, bankada işten çıkarılan çalışan istatistikleri gibi bilgiler içeren bültenlerini dağıtıyorlar. Belirli aralıklarla yaptıkları Paylaşım Toplantıları’na gelince, “En yaygın ortak dert nedir?” sorusunun cevabı sürekli işten çıkarmaların sebep olduğu güvencesizlik, tedirginlik ve mobbing. Anti-depresan almak yerine PEP’i keşfederek aralarına katılan, bir bankada orta derece müdür bir üye, insan değil sayı ve verimlilik hesabı olarak görülmenin getirdiği yabancılaşmayı anlatıyor.

“Ben kimim, burada ne yapıyorum?” sorular silsilesi içerisinde bunalmışlar için PEP diyor ki; “Çare anti-depresan değil bir araya gelmek.” Hemen arkasında o ‘eski’ güzel slogan giriyor devreye; ‘Ya hep beraber ya hiçbirimiz.’ PEP’in derdi, karşında, sağında solunda ayağını kaydırmaya can atan, anlattığın sıkıntılarını zaman kaybetmeden müdüre anlatan, derdini zaafınmış gibi algılayan çalışma arkadaşları değil, yan yana durabileceğin, hakkını aradığında destek verecek çalışanların gücüyle var olmak plazalarda. 

‘Biz de işçiyiz...’
Bir mavi yakalıya kıyasla birlik olma durumu söz konusu olduğunda şansları çok da fazla değil beyaz yakalıların. Keza sendikalı, örgütlü bir mavi yaka, böyle bir avantajı olmayan, hırslara gark edilmiş bir beyaz yakaya kıyasla daha bir candır insana. Bir de plazada çalışan insanın aldığı maaş, bir mavi yakalıdan az olsa da kendisini daha yukarıda konumlandırma durumu var. “Ben de işçiyim işte” diyen kızına; “Olur mu kızım sen mühendissin” diyen anneden, işyerinde yemeğe indiklerinde “İşçiler gibi kuyruğa giriyoruz” diye söylenen çalışana, böyle bir yanılsama var. Bu yanılsamanın en fazla yaşandığı alanlardan birisi de bankacılık sektöründe çalışanlar.

“Biz bankaların öncelikle müşterileriyiz. Hepimize kredi kartları veriliyor. İnsanlar o kartlarla maaşlarından çok çok fazla harcamalar yapmaya zorlanıyor” diyor bir üye. Ardından da “Ford’un ‘Benim işçilerim siyah Ford marka araba kullanacak’ demesi gibi bir şey” örneğini veriyor. Bir diğeri müdürünün kredi çekerek oturduğu semti değiştirdiğini, bir beyaz yakaya çok daha yakışacak bir semte taşındığını anlatıyor. Bir başkası çalışanlarına ‘sefil’ mekânlara gitmeyi yasak eden, “Ancak Sortie’de Reina’da görünebilirsiniz” diyen şirketleri örnek veriyor.

“Platforma üye üst düzey yöneticiler var mı?” sorusunun cevabı Karl Marx’tan bir alıntıyla birlikte geliyor: “Müdür yardımcılarımız var en fazla. Marx’ın söylediği gibi ‘Sarayda oturanla kulübede oturan aynı şeyi düşünmezler.” “Bu sözün üzerine düşünseler iyi olur” diye konuşuyoruz çünkü son krizlerle birlikte onlar da oldukça zor durumda. Üstelik iş bulmaları alt düzeyde çalışanlara kıyasla çok daha zor. PEP’in son günlerde altını çizdiği tehlikelerden biri de taşeronlaşma ve hükümetin istihdam büroları projesi. “İstihdam bürolarıyla işsiz oranı düşecek gibi görünecek ve üzerine kazanacağınız paranın bir kısmı aracı şirkete gidecek” diyorlar. Kıdem tazminatına hak kazanamamak, sekiz aylık sözleşmelerle çalıştırılmak da cabası. Tam yerinde, sohbete Richard Sennnett’in ‘Karakter Aşınması’ kitabıyla devam ediyoruz. Eski kuşaklar diyebileceğimiz, bir işyerinde seneler geçiren, hatta oradan emekli olan çalışanların avantajlarıyla iki senede bir iş değiştirmek zorunda kalan çalışanların yaşadıklarını kıyaslayarak. Bir işyerinde eski olmak demek, hakkını arayacak arkadaşlar da edinmek demek aynı zamanda. Kalıcılık yoksa, örgütlenmek de yok, doğru dürüst kıdem tazminatı da yok. Günümüzde bir de bir işyerinde uzun süre çalışmak eksiklikmiş gibi gösteriliyor ki, bu da ayrı bir mesele. 

Stockholm sendromu
Paylaşım Toplantıları’nda neler tartışıldığı üzerine konuşurken verilen örneklerden en korkutucu olanlarından biri de “Patron olmak mobbing yapmayı gerektirir” kanısına kapılmış, kaptırılmış insanlar olsa gerek. İşten çıkarılmış bir arkadaşlarının “Yöneticilik böyle kurallar gerektirir yoksa yapılamaz. Özünde iyi insanlar aslında” kanaati duruma iyi bir örnek. Bu örneğin üzerine “Bir süre sonra ‘Sorun bende mi? Ben mi yetmiyorum?” gibi sorular başlıyor diyorlar ve karar veriyorlar ki, bir süre sonra ‘Stockholm sendromu’ oluşturuyor sistem insanda.

Karşılığını alamadan çalıştığı onca saate rağmen verimsiz oldukları sanısına kapılmaları bu yüzden. Bu yüzden mobbing uygulayan bir müdürü haklı görebilmeleri. Bu sendroma dair en fena örneklerden biri de PEP ve Çağrı Merkezi Çalışanları Derneği’nin beraber düzenlediği Tanıl Bora’nın ‘Boşuna mı Okuduk’ kitabı üzerine söyleşisinde dinledikleri, 32 yaşında daha dinamik insanlara yer açılsın diye işten çıkarılan çalışanın hakikaten 32 yaşı ‘yaşı geçmiş’ bulması. Hal böyle olunca sadece bir üniversiteden mezun olmak da yetmiyor kimselere. Üzerine nice sertifikalar alacaksın, bir değil, iki, üç dil bileceksin. Gruptan bir arkadaş yurtdışından gelen öğrencilerin bu çabalara girmeyip sanat yaptıklarını, “Nasılsa çalışacağım, deyip acele etmediklerini söyledikten sonra Türkiye’de karşılaştığı öğrencilerin halini anlatıyor ve “Neredeyse lisede dolacak CV’leri. Nedir bu acele?” diye soruyor. 

Bir büyük başlangıç

Son olarak önemli gördükleri dertlerinden birini paylaşıyorlar, beyaz yakalılar. Sık karşılaştıkları “Kapitalizmin göbeğinde çalışıp da bunları konuşmaya hakkınız yok” ithafını, kimilerinin. Cevaben de diyorlar ki; “Artık 1800’lü yıllardaki gibi değil. Kol gücünden farklı, devasa bir de hizmet sektörü var ki sigortasız, örgütsüz olduklarından durumları daha bile vahim.” Bu sebeple işte kimi ‘solcu’ arkadaşlarla sorunlar yaşadıklarını anlatıp ekliyorlar: “Bu platform her görüşten insana açık, örgütlülük ideolojik olarak solda durmayı gerektirmez. Bizim amacımız alternatif bir örgütlenme modeli oluşturmak. Birbirimize ne kadar dokunursak o kadar güçlü oluruz.”

PEP bir sendikaları olmasa da sendikalarla dayanışma halinde. Emsal mobbing ve işe iade davalarının etkisini anlattıktan sonra bütün beyaz yakalara, bütün plaza mustariplerine çağrı yapıyorlar. Kendilerine web sitelerinden (plazaeylem.org) ulaşabilirsiniz. Değişime Fritz Lang’in ‘Metropolis’ filminden Yavuz Özkan’ın ‘Maden’ine, sitede verilen filmleri seyretmeye başlayarak ve anti-depresanları çöpe atarak başlayabilirsiniz.

Radikal / 07.05.12