Kırmızı çizgilerin geçerliliği – Nihal Kemaloğlu

  • Arşiv
  • |
  • Düzen cephesi
  • |
  • 10 Mayıs 2012
  • 00:11

Başbakan'ın 'Tek dil, tek vatan, tek bayrak' hatta sürçü lisan 'tek din' söylemiyle kırmızı sınırların koyuca belirlendiği ülkemizde, küresel sermayeye ve kapitalist işleyişe kaynak aktarmaya sıra gelince tek dinci/milliyetçi çizgilerimiz anında düşüveriyordu!

'Din, millet, aile, sanat, kültür' gibi toplumsal değerlere yönelik  muhafazakarlaşma ajitasyonu tırmandıkça, eşanlı olarak piyasalaşma sürecinin ivmesinin de şiddetlendiğini rahatlıkla izleyebilirsiniz.
Geniş halk kitlelerini etrafında toplayan, sembolik anlamda 'milli iradeyle' özdeşleştiren, 'muhafazakar-milliyetçi' söylemin arka planında üst üste çıkan yasalarla, kamusal alan ve varlıkların süratle piyasalara devri gerçekleşiyor.
Ve bu devir işleminde kamusal alana ilişkin karar alma süreçleri, kamudan yani 'milli iradenin' denetiminden muaf mekanizmalara teslim ediliyor.
Yargı geçirmez, otoriter 'ulusal kentsel dönüşüm' Afet Yasa Tasarısı'nın yasalaşmasını takiben 410 bin hektarlık ormanlık alanın satışıyla 'kentsel dönüşüme' katılmasına onay veren 2-B yasası Nisan ayında Meclis'te onaylanıverdi.
Sırada bekleyen yabancılara 60 hektara kadar toprak satışını düzenleyen yasa da aynı hızla geçti ve konu küresel piyasaların gereklerini yerine getirmek olunca milli/ırki/dini hatlarımız bulanıyordu.. .
Üstüne üstlük bütün büyükelçiliklere gönderilen genelgeyle yabancıya mülk edindirme yasasının müjdesi iletilmiş, tanıtımı yapılmıştı.
İki hafta önce ise  gece yarısı son dakikada Torba kanunun içine sıkıştırılıveren bir maddeyle yargının durdurma ve iptal kararı verdiği özelleştirmeler, yargı kapsamı dışına alınmıştı.
Dolayısıyla yargı tarafından 'kamu yararı' bulunmadığı için iptal edilen özelleştirmeler olsun sıraya girmiş liman, demir yolu, fabrikalar ve diğer kamu 'kelepirleri' olsun artık özelleştirmelerle ilgili yegane yetkili hükümet olacaktı..
Ve hükümet yine bir gece yarısı torbasıyla gayet pragmatik biçimde yargı kararlarını özelleştirme dışına atarken 'kamu yararı' ilkesiyle piyasa beklentisi arasındaki derin çelişkiyi çözmüş, yerli ve yabancı yatırımcıları 'bundan sonra size kimse ilişemez' mesajıyla rahatlatmıştı.
Çünkü sıcak para, ithalat ve iç tüketimle coşan mucizevi ekonomik performansa sahip devlet bütçesini son on yıldır satıp savılan 50 milyar TL'lik  özelleştirmelerle denkleştirdiğimizi bilmeyen yoktu.  Nitekim iş dünyasının coşkusu gelen açıklamalarda ortaya çıktı ve  'devlet satmış, yargı hala iptal diyor bu kararın uygulanması imkansız' diye  iş adamları ve hükümet derin memnuniyetle hemhal olmuşlardı.         
Zaten küreselleşmenin gereklerini yerine getirmek üzere ekonomik üst kurullara devredilen devlet organizasyonunda yargı erki kadim bir teferruatı temsil ediyordu.
1800 dönümlük arazisi, 185 lojmanı ve sosyal tesisine 2003 yılında 51 milyon dolar fiyat biçilen SEKA'nın 1.1 milyon dolara yani 'bir ev parasına' satılması ve yargının da kamu yararına uygun değil diye yürütmeyi durdurma davası pekala sermaye zararına olmuştu.
Ya da başta kamunun 750 milyon dolar zarar ettiği Tüpraş hezimeti, Enerji Bakanı'nın kamunun  268 milyon dolar zarar ettiğini itiraf ettiği Seydişehir Eti Alüminyum ihalesi ve alengirli şekilde ikinci sıradaki Ofer-Kutman ortaklığına verilen Kuşadası Limanı ihalesi misali, Danıştay'ın iptal ettiği bu özelleştirmelere de 'özgürlükleri' bahşedilmiş olmuştu.
Tecrübemiz gösteriyordu ki; devlet liberal teorinin buyurduğu üzere küçülmediği gibi inadına yürütme ve yasamanın bile üstüne yerleşen devlet yetkisine sahip üst kurullar ve adında 'kamu' geçen kurumlarıyla... baştan aşağı tüm ülke kaynaklarını, kamuya aitse 'özelleştirerek' eğer değilse 'önce kamulaştırıp sonra özelleştirerek' her iki durumda da sermaye etkinliğine katıyorlardı.
Siyasi iradenin 'sanat-estetik-kültür-din' söz konusu olunca bangır bangır milli/manevi etik değerleri 'muhafaza etme' dayatmasına ve toplumsal muhalefeti gördüğü yerde 'eşkıyalaştırıp' yargıyı göreve çağırmasına karşın, ultra liberal ekonomik devlet örgütlenmesinin yargı erki ve kamusal varlıkları değil 'muhafaza etmek', varlığını bile zül addetmesi tam da neoliberal devletin kendisi değil de neydi?

Akşam / 10.05.12