Kamusal alanın tasfiyesinden ironiler - Sosyalist Kamu Emekçileri

  • Arşiv
  • |
  • Makaleler/Yazarlar
  • |
  • 12 Mayıs 2012
  • 12:05

Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer, Esenyurt’ta bir öğretmenin bıçakla yaralanmasıyla ilgili olarak şu vecizeleri döktürdü: “Herhangi bir sorunu çözme konusunda şiddete başvuruluyorsa bu bir cehalet bir de acziyet olarak değerlendirilir. Bu açıdan bakıldığında, tek tek meseleler yerine toplum olarak şiddetle mücadele etmeliyiz… Tekil hadiseleri kınayarak olaya bakacak olursak bence doğru bir yaklaşım sunmamış oluruz.”

Bir süredir çeşitli haber bültenlerinde sağlık ve eğitim çalışanlarının nasıl darp edildiklerini, nasıl bıçaklandıklarını seyretmekteyiz. Burjuva medyanın haberleştirdiği bu tür olaylarda “kamu çalışanları neden saldırıya uğrar?” sorusunun cevabı aranmaz maalesef.

Size sağlık hizmet kolunda kısa bir örnekten bahsetmek istiyoruz. Sağlık hizmet kolunda yılları bulan “reform süreci” sonlara doğru yaklaşırken “sağlık uygulama tebliği” (SUT) adı altında SGK’nın hazırladığı ve dönem dönem değişikliklere uğrayan bir yönerge mevcut. Bu tebliğ sağlık harcamalarının ne kadar para üzerinden fiyatlandırıldığını anlatır bize. Bir süre önce SUT kararları çerçevesince acil servislerden bile katkı payı alınmasına karar verildi. Tebliğ; “doktor hastayı muayene edecek. Eğer gerçekten(!) hastanın acil bir durumu yoksa hastadan katkı payı alın” diyor ve akabinde acil hasta tanımının bulgularını veriyor.

Şimdi siz kendinizi düşünün. Gecenin ikisinde ateşlendiniz ve size en yakın bir devlet hastanesinin aciline başvurdunuz. Sağlık çalışanları sizi muayene edecek ve “üzgünüm ama sizin acil bir durumunuz yok, bu yüzden sizden katılım payı almak zorundayız” diyecekler. Siz de doğallığında gecenin bir yarısında şifa bulmak için geldiğiniz hastane acilinde karşılaştığınız bu durum karşısında öfkelenecek ve öfkenizi belki de sağlık çalışanlarından çıkaracaksınız. Sonuç sağlık çalışanlarına yönelik şiddetin haber bültenlerine yansımasından başkası olamaz zaten.

Şimdi başka bir örneği eğitim hizmet kolu üzerinden verelim. Sınıf mevcudu ortalaması 40 olan bir lisede öğretmensiniz. Derse girdiğiniz sınıfın orta sıralarında bir-iki öğrenci derse ilgisiz ve sürekli garip sesler çıkarıyorlar. Siz de doğallığında öğrencilerin yanına gidip uyarıyorsunuz. Bir-iki derken bakmışsınız öğrencilerle aranızda bir gerilim oluşmaya başlamış. Diğer öğrenciler bu olaydan zevk almaya koyuladursun, sınıfta fısıltılar, konuşmalar, gülüşmeler artmıştır. Öğrencilere kızmaya başlıyorsunuz, sınıf içinde kendinize saygısızlık edildiğini, üç kuruş ücrete akşama kadar nefes patlattığınızı ama sonucu bu diye düşünerek öğrencilere öfkeniz artmaya başlıyor. İlerleyen dakikalarda belki de sinirlenerek iki öğrenciyi sınıftan atıyorsunuz. Öğrenci sınıftan çıkarken “bunun hesabını vereceksin” diyor. Ders bitiyor ve akşam eve giderken bu iki öğrenci tarafından yolunuz kesiliyor. Ellerindeki bıçakla size saldırıyorlar ve olanlar oluyor. Yine haber bültenlerine sıcak bir haber düşüyor: “Öğretmen bıçaklandı!”

Öğrencilere yere tükürmemeyi öğretemeyen kültürel bir atmosferde, saygıyı ve sevgiyi değil tam tersine rekabeti ve bencilliği yücelten bir eğitim anlayışından ne beklenebilir ki. Şiddetin sokak ortasında meşrulaştırıldığı, devlet eliyle işkencelerin yaşandığı, insan hayatının ucuzladığı bir ülkede gençlerin saldırganlaşmalarının önünde hiçbir engel yok maalesef. Ülke yöneticilerinin; özel veya kamuda yaşanan sorunların kaynağı olarak işçileri ya da kamu çalışanlarını hedef göstermeleri gelenektir bu ülkede. Aslında ülkede iş şartları ve iş güvenliği çok iyidir; ama yine de bir ayda onlarca işçi madenlerde ölüverir sebepsizce(!) Bunun adı da nedeni de “kader” olur. Kamu çalışanları saldırıya uğrar, bunun çözümü ihbar (Alo 147) hatlarında aranır. Olayın ardından sermaye bakanları sıra ile televizyonlara, gazetelere demeçler verirler: “Öğretmenlerimizden şunu rica ediyorum, bu tip hadiselere karşı yine davranışsal tedbirler yahut daha protestovari tedbirler yerine şefkatinizle ve sevginizle cehaletle mücadele ederek karşı çıkınız diyorum.”( Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer). Yine aynı bakan: “Bizde öğretmenler derslere geç geliyor. Ülkemizde öğretmenler az çalışıyor. Öğretmenlerin nitelikleri düşük”  ya da başka bir bakan “Doktorlar çok kazanıyor. Devlet sırtından besleniyorlar” diye dillendirir. Yaşanan sorunların kaynağını çalışanlara yıkmak, hedef şaşırtmaktır aslında.

İnsanlar, içinde yaşadıkları toplumsal düzene göre şekillenirler, ona göre hareket ederler. Eğer kapitalist düzen emekçiler arasında rekabeti dayatıyorsa, yalnızlaşmayı, bencilliği ve bireysel kültürü besliyor, bunu da şiddetle yoğuruyorsa sorunun emekçiler olması gerek. Kendi eğitim fakültenden kendi hazırladığın müfredatın sonucu mezun olan emekçilere güvenmemek, üstüne üstlükte eğitimcilerin niteliklerini sorgulama, mesleklerini itibarsızlaşmak tabiî ki toplumsal şiddeti azdıracak ve arttıracaktır.

“Bozuk düzende sağlam çark olamaz.” Ezen ve ezilenlerin var olduğu, yığınlar halinde emekçinin yoksullaştırıldığı ama bir avuç sermayedarın ve uşaklarının yaşamlarını güvence altına alan bu toplumsal düzen parçalanmadıkça insan onuruna yaraşır bir yaşam yoktur insanlık için. Bunun için emekçiler öfkelerini ve şiddetlerini emekçilere değil, bu düzene ve onlara uşaklık edenlere çevirmelidir. İçişleri Bakanı’nın ülkesinin yurttaşına söylediği gibi “nerden bileyim beni sevdiğini; bir takla at da göreyim” söylemine karşılık verilmeli; her yurttaş onurlu bir yaşam için mücadele etmelidir.

İşçisiyle, kamu emekçisiyle, öğrencisi ile genciyle toplumdaki tüm ezilen ve sömürülen kesimler sorunun, içinde yaşadıkları düzende olduğunu fark ettiklerinde çözüm üretmenin yolları da açılacaktır.

Kamu emekçileri kamusal alanın tasfiyesine ve yağmalanmasına yönelik saldırılarda sermaye devletinin şamar oğlanı olmaktan kurtulmalı, kendini kurtarmasını bilmeli, örgütlenmeli ve bu düzenden hesap sormalıdır.

Sosyalist Kamu Emekçileri

(Sosyalizm Yolunda Kızıl Bayrak, 11 Mayıs 2012, Sayı 19)