İşçiler öldükçe sermaye büyüyor - İbrahim Açıkyer

  • Arşiv
  • |
  • Düzen cephesi
  • |
  • 03 Mayıs 2012
  • 10:29

Sağlıksız, güvencesiz, düşük ücrete, sendikasız, örgütsüz çalıştırılan milyonlarca işçinin, emekçinin katmerleşen sorunlarını 10 yıllık iktidarı süresince daha da artıran AKP iktidarı, hem yasal düzenlemelerle hem de uyguladığı ekonomik politikalarla sermayenin her talebini güvence altına alıyor. Avrupa'da ölümlü iş kazaları sıralamasında ilk sırada, dünyada ise üçüncü sırada yer alan Türkiye'nin Ortaçağ koşullarında işçi ve emekçilerin hayatları da emekleri de "takdiri ilahi"ye emanet.


Türkiye'de sağlıksız iş koşulları, bu koşullardaki güvensiz ve güvencesiz çalıştırılma şartlarından ötürü her yıl yüzlerce işçi hayatını kaybediyor. Bu ise sıradan bir durummuş gibi ele alınıp, söz konusu sorunlar, çözülecek yerde katlanarak işçi kıyımı yaşanmaya devam ediyor. Böylesi bir tabloda her yıl 4-10 Mayıs tarihleri arasında İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Haftası etkinlikleri gerçekleştiriliyor. Hafta boyunca gün yüzünde gezinen bu sorunlara çözüm talep ediliyor.

İşsizlik ve güvencesizliğin yaygınlaştırıldığı, başta eğitim ve sağlık olmak üzere kamu hizmetlerinin sermayeye devredildiği, hemen her sektörde özelleştirmeyle çalışma koşullarındaki güvencesiz ve sağlıksız durum katmerleşerek artıyor. AKP iktidarının ekonomide büyüme, işsizliğin azaldığı söylemlerinin aksine ortada duran tabloda işçi ölümlerinin artışı, düşük ücrete sağlıksız ve güvencesiz koşullarda çalıştırma, çocuk işçi çalıştırılması ve yaşının aşağı seviyelere çekilmesi, kadınların iş kollarında köle gibi çalıştırılması, taşeronlaştırma, özelleştirme eliyle yaratılan sözleşmeli ve süreli çalıştırma uygulamaları, emeklilik yaşının yukarılara çekilmesi gibi bu yıl da yine bir yığın sorun sıkıntı içinde giriliyor işçi sağlığı ve iş güvencesi haftasına.

Türkiye'de işçiler göçükte kalıyor, tersanede demir levhalar altında eziliyor, çadırlarda yanıyor, barajlarda boğuluyor, patlamalarda ölüyor. Sermaye, işveren, devlet gibi tanımlamaların egemen olduğu sektörlerde işçi sağlığı ve güvenliği önlemlerinin bir maliyet unsuru olarak görülmesi ve güvencesizliğin, taşeronlaştırmanın, örgütsüzleştirmenin bir sonucu olarak işçiler üçer, beşer, onar onar ölüyor. Yanarak, düşerek, elektriğe kapılarak, göçük altında kalarak, çadırlarda yanarak, barajlarda boğularak öldürülüyorlar! Gün geçmiyor ki tersanelerde işçiler patronların azami kâr hırsları uğruna iş cinayetine kurban gitmesin.

Özelleştirme, taşeronlaşma, işçi sağlığı ve güvenliği önlemlerinin alınmaması, kamusal denetimin ve yaptırımın yetersizliği, sendikasızlaştırma, örgütsüzleştirme politikaları ve bütün bunlara piyasaya açılmış işçi sağlığı ve güvenliği alanı eklenince yaşanılan faciaların, yıkımların ardı arkası kesilmiyor. Özellikle metropollerde daha bir yoğun olan güvencesiz iş ortamlarında karın tokluğuna emekleri kadar yaşamları da zayii olan milyonlara ulaşan bir yığını oluşturan işçiler, emekçiler, yasal düzenlemelerle de soluksuz bırakılmaya çalışılıyor.

İŞÇİ SAĞLIĞI VE GÜVENLIĞI ALANI PİYASANIN İNSAFINDA

İşçi sağlığı ve güvenliği sistemi bütünlüklü politikalar ve merkezi bir müdahaleyi gerektirdiği yönünde bir görüş birliği bulunurken, özelleştirme ve taşeronlaşmayla bu bütünlük parçalanırken, etkin bir biçimde piyasanın insafına bırakılmış durumda. Sorunları iyileştirmenin en temel uygulamalarından biri olan etkin denetim mekanizması yok denecek düzeyde. Sendikalar ve ilgili kurumların talepleri ise bu konuda çok açık: "İşçi sağlığı ve güvenliği alanı piyasaya kesinlikle açılmamalıdır. Hızla, işçi sağlığı ve güvenliği yasal güvence altına alınmalı."

İşçi güvenliği ve sağlığı konusunda gerekenleri yapmak yerine daha çok kâr için göz göre göre işçileri ölüme sürükleyen AKP Hükümeti bu ölümlerin birinci derecede sorumlusu. İşçilerin "iş kazalarıyla" hayatlarından olması dahi gayet sıradanlaşan ülkedeki bu cinayetlerden sorumlu kişiler ise hiçbir şekilde yargı önüne çıkarılmazken, ölümler, yaralanmalar, sakat kalmalar, sağlıksız ve güvencesiz koşullar nedeniyle zamana yayılan hastalıklarla gelen ölümler işçinin, emekçinin kaderiymişçesine sonu gelmiyor.

ORTAÇAĞ KOŞULLARI

Bu yılın ilk gününde Kırıkkale'nin Yahşihan ilçesindeki askeri silah mühimmat deposunda gerçekleşen patlamada 4 işçi; Şubat ayının sonunda Adana'nın Kozan ilçesindeki Gökdere Köprü Barajı Derivasyon Tüneli’nin kapağının patlaması sonucunda 10 işçi hayatını kaybetmişti. Davutpaşa, Tuzla, Bursa, Balıkesir, Zonguldak, Ankara Ostim, Elbistan, Tarsus, İstanbul, Kırıkkale ve Adana’dan sonra ortaya çıkan katliam gibi iş kazalarından sonra güvencesizliğin, denetimsizliğin, örgütsüzlüğün bir sonucu olarak Esenyurt'ta 200 işçinin çalıştığı bir AVM inşaatının şantiyesinde işçilerinin kaldığı çadırda elektrik kontağından çıktığı sanılan yangında 11 işçi yaşamını yitirdi.

Ölümlü iş kazalarında Avrupa'da ilk sırada, dünyada ise üçüncü olan Türkiye, maden ocaklarında, tersanelerde, atölyelerde, şantiyelerde, tarımda güvencesiz, sağlıksız, korumasız, ruhsatsız ve denetimsiz işyerlerinde, cinayete dönüşen iş kazalarında hayatları sönen binlerce işçinin ölümlerine karşı önlem almak, denetimleri artırmak yerine, Torba Yasa gibi güvencesizliği ve denetimsizliği artıran yasalar ile koca bir işçi mezarlığına dönüşmüş durumda. Her yıl azımsanmayacak sayıda insan çok rahatlıkla engellenebilecek ve hukuken de engellenmesi zorunlu olan iş kazaları ve meslek hastalıkları sebebiyle yaşamlarını yitirmektedir.

Resmi istatistiklere göre Türkiye’de her yıl ortalama 75 bin iş kazası yaşanırken, her yıl binden fazla işçi yaşamını yitiriyor. Kayıt dışı çalışan işçilerin yaşadıkları iş kazaları istatistiklere hiç girmediği gibi kayıtlı işçilerin geçirdikleri kazaların birçoğu da hasır altı edildiği kamuoyunda deşifre edilen bir durum. AKP iktidarı önlem almak, yasal düzenlemelerle çözüm bulmak yerine Diyanet hutbeleri ile Başbakan Erdoğan’ın “ölüm bu işin kaderinde var” söylemleriyle iş kazalarının meşruiyetini de oluşturmaya çalışması dikkat çekiyor.

Gelişen teknolojik imkanlarla da iş kazalarının yüzde 100’ü önlenebilir durumdayken, AKP hükümeti kayıtdışı, kuralsız, güvencesiz, sağlıksız koşullara sahip işyerlerine yönelik önlem almamamsı durumun vahametini gözler önüne seriyor. Sağlık, güvenlik ve çevreyle ilgili, özerk, demokratik bir işleyişe sahip olan kurumsal bir yapının sosyal taraflarla birlikte oluşturulması ve gerekli tedbirlerin alınması vakit kaybetmeksizin yaşama geçirilmelidir.

ÖRGÜTLENME ORANI DÜŞTÜ

2012 yılı itibariyle SGK verilerine göre işçi sayısı yaklaşık 11 milyon. Sendikalarda örgütlü işçi sayısı yaklaşık 885.000. Toplu sözleşme kapsamındaki işçi sayısı da 580.000. Bu verilere göre Türkiye’de sendikalaşma oranı yüzde 5’lere kadar düşmüş vaziyette. Kamuda örgütlü işçi sayısı belediyeler de dahil olmak üzere yaklaşık 360.000 civarındayken, özel sektörde örgütlenme oranı yüzde 2 oranına kadar gerilemiş durumda.

Örgütlenmeye, sendikal mücadeleye de ancak hükümetin uygulamalarını onaylayan çevrelere hak olarak görülürken, bugüne kadar yüzlerce sendika üyesi, yönetici tutuklandı.

Sendikal hakların dünya genelinde en çok ihlal edildiği ülkelerden biri durumundaki Türkiye'de yaklaşık 30 yılına damga vuran 12 Eylül yasalarıyla da dünyanın en baskıcı ve yasakçı sendikalar yasası halen yürürlükte. AKP iktidarının yeni düzenlemelerinde de işçiler, emekçiler üzerindeki baskı ve yasakçı zihniyet ürünü yasalar işlevini koruyor. Toplu sözleşme hakkının önündeki barajlar, noter şartları, grev yasakları olan Türkiye, 87 nolu Örgütlenme Özgürlüğü Sözleşmesi’ni 1993 yılında, 98 No'lu Örgütlenme ve Toplu Pazarlık Hakkı Sözleşmesi’ni 1951 yılında imzalamıştı. İmzalamasına rağmen yasalarla desteklenmeyen ve uygulanmayan sözleşmelerdeki hükümler ise yerine getirilmiyor.

Toplu İş İlişkileri Yasası ise örgütlenmenin önündeki engelleri kaldırmadığı gibi, toplu pazarlık hakkını kısıtlamakta, sendikaları en az mevcut yasalarda olduğu kadar baskı altına almayı, özgürlüklerini kısıtlamayı, tüm faaliyetlerini işveren ve siyasi otoritenin baskı, kontrol ve güdümünde tutmayı hedefliyor. Yasa yeni yasaklar yanında, sendikalar üzerinde siyasi iktidarlara yeni tahakküm ve vesayet imkânı da getiriyor.

Ulusal İstihdam Stratejisi Belgesi ile kazanılmış haklara yönelik Cumhuriyet tarihinin en antidemokratik uygulamayla sermaye kesimlerinin bu alandaki beklentilerinin neredeyse tamamı yer buluyor. Sendikaların, konfederasyonların tepki gösterdiği bu belgede amaçlanan ise kayıt dışı sektörlerdeki kuralsızlığın, sömürünün ve güvencesizliğin, yasal çerçeveye kavuşturularak çalışma yaşamının bütününe yayılması. İşçileri patronların karşısında güçsüz ve örgütsüz kılmak isteniyor.

KADINLAR DÜŞÜK ÜCRETLE DAHA KÖTÜ KOŞULLARDA ÇALIŞIYOR

DTÖ Ticaret Politikalarını Gözden Geçirme Genel Konseyi’ne de sunulan raporda da belirtildiği üzere sunulan rapora göre; kadınlar erkeklere göre daha düşük ücretler alan kadın işçiler özellikle emeğin yoğun olduğu alanlarda çalışıyor. Tarımda ve kayıt dışı istihdamda çalışan kadınlar çok düşük ücretler alıyor ve neredeyse hiçbir soysal güvenlik hakkına sahip değiller. Her dört kadından yalnızca biri resmi iş gücüne dahil.

ÇOCUKLARA DAYATILAN SÖMÜRÜ

Iş Kanunu'nun 71. maddesine göre 15 yaşını doldurmamış çocukların çalıştırılması yasak. Yine Iş Kanunu'nun 85. maddesine göre 16 yaşını doldurmamış genç işçiler ve çocuklar ağır ve tehlikeli işlerde çalıştırılamaz. Ancak, daha küçük yaşlardaki çocuklar çeşitli sektörlerde ağır iş koşullarında yasada belirtilen "bedensel, zihinsel ve ahlaki gelişmelerine ve eğitime devam edenlerin okullarına devamına engel olmayacak hafif işlerde çalıştırılabilirler" hükmüne rağmen acımasızca emek sömürüsü çarkında hayatları öğütülüyor. Yine çocuk işçilerin yüzde 41'i yetersiz sosyal güvenlik önlemleriyle tarlalarda çalışıyor. Şehirlerde pek çok çocuk sokaklarda çalışıyor. Insan kaçakçılığı sonucunda fuhuşa, dilenciliğe ve adi suçlara da zorlanıyorlar.

KESK DIKKAT ÇEKMIŞTI

4688 Sayılı Kanun'da değişiklik yapılmasını öngören ve kamuoyunda “sahte sendika” yasa tasarısı olarak tanımlanan tasarı, TBMM Genel Kurulu'nda 4 Nisan kabul edilmiş, Cumhurbaşkanının “jet hızıyla” onayladığı yasa değişiklikleri, 11 Nisan 2012 tarihli Resmi Gazete'de yayımlanmıştı. KESK, değişikliğe tepki göstererek AKP Hükümeti'nin 4688 sayılı yasada kısmi tadilatlar yaparak, anayasanın 90. Maddesiyle iç hukukun üzerinde olduğu kabul edilen, Türkiye'nin altında imzası olan uluslararası sözleşmeleri ve evrensel sendikal normları yok saydığını açıklayarak, 10 yıldır sürdürülen “toplu görüşme” oyununun sadece adının değiştirildiğini, içerik olarak toplu görüşmeden bile daha geri bir düzen getirildiğini duyurmuştu.

Bu tablonun tersyüz edilmesi, insani standartlara varan çalışma koşullarının yaratılarak sorunların çözüme kavuşmasını isteyen birçok sendikanın sık sık alanlarda haykırdığı belli başlı ortak talepleri ise şöyle:

* Özellikle sendika kurma ve sendikaya üye olma hakkı ülkemizin taraf olduğu uluslararası sözleşmelere uygun olarak herkese tanınan bir hak olmalıdır.

* Sendikaların farklı işkollarında da örgütlenebilmelerine olanak sağlanmalı, sendikalar arasında gönüllü birleşmelere olanak sağlayıcı düzenlemeler yapılmalıdır.

* ILO’nun mesleklerin ayrımını ve bağlantılarını gösteren ana standardına göre sektörel tanımlamalar yapılmalı, siyasi iktidarca yandaş sendikaları koruyucu düzenlemeler yerine objektif kriterlerle, önceden tanımlanmış esaslara göre işyerlerinin hangi işkollarına gireceğinin belirlendiği bir sistem kurulmalı, idari vesayet kaldırılmalı, bağımsız bir kurul kurulmalıdır.

* Yardımcı hizmetlerde çalışan taşeronların, çırak, stajyer, çağrı üzerine çalışanların, evden çalışanların asıl işteki sendikaya üye olmasının önü açılmalıdır. Taşeron sorunu kalıcı ve işçileri koruyucu bir biçimde çözüme kavuşturmalıdır.

* Sendikalara her türlü dış müdahale biçimleri ortadan kaldırılmalı, faaliyet alanlarına yönelik yasak ve kısıtlamalar sona erdirilmelidir.

* E-devlet kapısı gibi, kimlerin sisteme hangi ölçüde müdahil olabileceğinin anlaşılamayacağı; doğru ve güncel bilgilerin işlenip işlenmediğinin asla kontrol edilemeyeceği; iktidar partisinin siyasi denetimi altındaki bir Bakanlık bürokrasisinin yönetiminde, her an yandaş kayırmacılığına dönüşebilecek bir sistemin adaletine güven duyulmamaktadır. Yetkili sendikanın belirlenmesi artık bağımsız ve özerk bir kuruluş denetiminde olmalıdır.

* ILO’nun 87, 98 ve 135 Sayılı Sözleşmeleri’ne uygun ve işçileri koruyucu sendikal güvenceler getirilmeli, sendikal örgütlenme nedeniyle iş akitlerinin feshinde tazmin mekanizması yerine mutlak işe iade sistemi kurulmalıdır.

* Sendikalara ve sendika yöneticilerine yönelik, siyaset yasakları kaldırılmalıdır.

* Ister işkolu. ister işyeri, isterse işletme düzeyinde toplu iş sözleşmesi yapabilmek için barajları kaldırılmalıdır.

* Toplu iş sözleşmesi için gerekli olan yetki sürecinin, siyasetçi-bürokrat denetiminden çıkarılmasını, TIS yetkisi için gerekli olan veri toplama, işleme ve belge verme yetkisinin bağımsız ve özerk bir kuruma verilmeli.

* “Yüksek Hakem Kurulu” ve “Resmi Arabulucu” sistemi kaldırılmalıdır.

* Sendika özgürlüğü, sendikaların, faaliyetleri için gerekli olan uygulamaları serbestçe yapabilmeleri demektir. Sendika özgürlüğü, sendikaların amaçlarını, idari ve siyasi makamların denetim ve vesayeti olmadan özgür iradeleri ile belirleme ve gerçekleştirme hakkına sahip bulunmaları demektir. Işçi sendikaları yetkisini kaybetme tehdidi olmadan, toplu iş sözleşmesi sürecini başından sonuna, dilediği zamanlamayla, amacını en uygun tarzda gerçekleştirebilecek şekilde serbestçe yürütme hakkına sahip olmalı.

* Hak grevi, dayanışma grevi, siyasi grev ve genel grev gibi grev hakları ile iş yavaşlatma, işyeri işgali, uyarı grevi, verimi düşürme gibi eylem ve grev türlerinin de hak olarak tanınması gerekmektedir. Sendika özgürlüğünün özünü ortadan kaldıran; idari makamlara, hiçbir somut ve objektif kritere dayanmadan grevleri yasaklama, erteleme yetkisi veren; sonra da zorla uzlaşmaya sürükleyen bir yasa, bizim istediğimiz çağdaş, demokratik ve özgürlükçü bir yasa değildir ve asla olmayacaktır.

* ILO özellikle grev yasağı konusunda ana kıstaslar olarak işler bazında devlet otoritesini kullanan devlet memurları ve kelimenin tam anlamıyla hizmetin kesintiye uğraması halinde yaşamı, kişisel güvenliği ve toplumun tamamının veya bir kısmının sağlığını tehlikeye düşürebilecek temel hizmetlerde grevin yasaklanabileceğini belirtmektedir. Bu hizmetler ve işlerin dışındaki hiçbir grev yasaklaması kabul edilemez.

* “Genel sağlığı ve ulusal güvenliği bozucu nitelikte” gibi muğlak, son derece geniş çerçevede yorumlanabilecek ve objektif kriterler yerine, idari makamların keyfine ve inisiyatifine kalmış gerekçelerle grevlerin yasaklanmasına; başlamış ya da başlamamış bir grevin ertelenebilmesine imkan tanıyan düzenlemeler kaldırılmalı ve ILO normlarına uygun düzenlemeler yapılmalıdır.

* Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu özgürlükçü bir biçimde yeniden düzenlenmelidir.

ANF / 03.05.12