Cola – Pepsi – Ergin Yıldızoğlu

  • Arşiv
  • |
  • Basın
  • |
  • 29 Ekim 2012
  • 05:15

Bu klişe bir benzetme, ama toplam bütçesi 3 milyar doları geçen ABD başkanlık seçimleri kampanyasında, iki adayın, dış politika üzerinde odaklanması, gereken tartışma toplantılarını izleyen yorumları iyi yansıtıyor.

Dış politika konularında uzmanlaşmış yazar ve blogcuların çoğunluğu Florida, Lynn Üniversitesi kampusunda yapılan tartışmada, dış politika alanında adaylar arasında belirgin bir fark yakalayamadılar. Durum böyle olunca yorumcuların ilgisi, ABD’nin dış politika alanında karşı karşıya olduğu sorunlardan, bu tartışmada olması gerekirken değinilmeyenler üzerinde odaklandı.

Kimi yorumcular adayların, halkın ilgisini çekmeyeceğini düşünerek dış politika sorunları üzerinde fazla durmadan, her fırsatta iç politika konularına dönmeyi tercih ettiklerini savunurken kimileri de “dış politikanın halkın önünde tartışılamayacak kadar önemli bir konu olduğunu” düşünüyorlardı.

‘Aslında Bush kazandı’

Obama’nın bu kez, önceki iki tartışmaya kıyasla çok daha iyi hazırlandığı; görüşlerini açıklıkla, güçlü bir tonda, Romney’in dış politika alanındaki tecrübesizliğini, sık sık çizgi değiştirdiğini vurgulayan şakalarla süsleyerek sunduğu görüldü. Buna karşılık, tartışma boyunca, Romney, “Çay Partisi” çevresinin, “Neocon” akımın görüşlerinden uzaklaşarak, daha geniş bir çevreye ulaşmak amacıyla, merkeze kaymaya çalıştı. Böyle bir görüntü, Washington Post’tan Igantius dahil birçok yorumcu tarafından Romney’in, ister istemez Obama’yı onaylar bir konuma düşmesi, Obama’nın da dış politikaya hâkim olduğunu kanıtlamayı başarması olarak yorumlandı.

Birçok yorumcuya, örneğin Newsweek yazarlarından Peter Beinhard’a göre, “bu tartışmayı aslında Bush kazanmıştı”. Çünkü, tartışma, “Bush döneminde ABD dış politikasını esas olarak bir askeri politikaya dönüştüren, dünyayı anlama perspektifinin genel çerçevesi içinde gerçekleşmişti”. Gerçekten de her iki adayda da, “terörizme karşı savaş” hâlâ en işlevsel kavramdı, ABD’nin “vazgeçilmez ülke”, “dünyanın adeta ABD tarafından şekillendirilmeyi bekleyen, hatta arzulayan, bir kil” olduğuna inanç tamdı.

Der Spiegel için tartışmayı izleyen Gregor P. Schmitz de “adayların hâlâ Bush’un dünyasında tutsak olduğunu” düşünüyordu. Schmitz’e göre bu tartışma “gerilemekte olan bir süper gücün, dönemin gerisinde kalmış bir dış politikayı izlemeye çalıştığını” gösteriyordu.

Kimilerine göre Romney’nin merkeze doğru kayıyor görünmesini, hatta tartışma sırasında, son dönemde artık müstehcen bir düzeye ulaşmış insansız uçaklar savaşına göndermeyle “Bu işin içinden öldürerek çıkamayız” sözlerini ihtiyatla karşılamak gerekiyordu. Bush iktidara gelirken daha mütevazı bir dış politika vaat etmiş, ABD hazinesine pahalıya mal olan “ulus inşa etme” maceralarından uzak duracağını vurgulamıştı. Sonrasını biliyoruz...

Ben de bu görüşe yakınım, Romney’nin tartışmanın bir noktasında, dünyanın durumunu tanımlarken “yükselen kaos dalgası” gibi son derecede sert bir tanımlamaya başvurmasını da çok anlamlı buluyorum. Bu tanımlama, ABD dış politikasına soğuk savaş sonrasında giderek damgasını vuran, Bush döneminde “imparatorluk” projesine yol açan algıyı eksiksiz yansıtıyor. Bu bağlamda ABD dış politikası artık bir yola girmiş durumda, yavaşlaması, duraklaması söz konusu olabilir, ama yön değiştirmesi, hele bir seçimden öbürüne, neredeyse olanaksız.

Olmayanların gösterdiği...

Bu noktadan, Le Monde’da yazan siyaset bilimci Bartélémy Courmont’un, “Adaylar ABD’nin gücünün, dünyanın geri kalanı açısından gerekli olduğu konusunda adeta birbirlerini ikna etme yarışındaydılar” saptamasıyla devam edebiliriz.

Bu yarış adayların en temel ilkelerde anlaştığını, belki de ABD savunma harcamalarının kendisinden sonra gelen 12 ülkenin harcamalarının iki katına eşit olmasından kalkarak, dış dünyanın giderek değişen özelliklerinden ziyade, kendi kapasitelerine, odaklanmayı seçtiğini gösteriyor. Burada ya bir “gerçeklerden kaçma eğilimi” (escapism) ya da “dış politika nasıl olsa başka yerde yapıldığından”, zamanı gelince nasıl sunulacağına şimdiden karar verilemeyeceğinden, halkın önünde tartışmaktan kaçınma söz konusu. Ya da tarihte tüm imparatorlukların son dönemlerinde sıkça görüldüğü gibi her ikisi: Kendi gücünü abartırken, artık savaşlardan yorulmuş bir halktan gerçekleri saklama eğilimi...

ABD dış politikasında böyle bir “iklimin” egemen olduğunu, tartışmada adeta değinilmeden geçilen (çözüm üretme kapasitesiyle, liderlik ederek yönetmeye niyetli bir hegemon açısından son derecede önemli) konulardan hareketle düşünmek de olanaklı.

Bu konuların başında, halen dünya ekonomisini etkilemeye, son aylarda da yeniden derinleşmeye başlayan mali kriz geliyor. Belli ki ABD yönetimi bu krize çözüm önerecek durumda değil. Buna karşılık, ekonomik gücün merkezinin yaklaşık 300 yıl sonra yeniden Doğu’ya doğru kaymaya başladığını, ABD hegemonyasının ifadesi olan ekonomik siyasi modelden farklı yaklaşımların güçlenmekte olduğunu düşündüren gelişmeler söz konusu. Bu sırada, ABD’nin tarihsel müttefiki, hegemonyasının en önemli dayanağı Avrupa’da birlik süreci derin bir mali kriz içinde. AB’nin dağılma olasılığından, Almanya’nın yeniden büyük güç kategorisine girmeye başladığından söz ediliyor. Çin’in ekonomik gücü artarken aynı anda, gelişmiş ülkelerin ileri teknolojileri, silah sistemleri için yaşamsal öneme sahip minerallerin pazarını tekeline almaya, doğal kaynaklara ulaşmaya çalışırken Afrika’da, hatta Latin Amerika’da yeni ilişkiler etki alanları kurmaya başladığı görülüyor. Rusya, petrol ve gaz piyasalarında, yakın çevresinde etkisini arttırıyor.

Bunlara karşılık tartışmacıların, hâlâ terörizmle savaşa, İran, Ortadoğu sorunlarına takıldıkları, ancak burada Müslüman Kardeşler hareketinin, onunla birlikte Selefi akımın yükselmesinin sorunlarını, İsrail-Filistin barış sürecini tartışmaktan uzak durdukları anlaşılıyor.

Ben de tüm bu konuların bir süredir ABD dış politika çevrelerinde, Pentagon raporlarında tartışılmakta olmasına bakarak herhalde ilgili politikalar bu adayların dışında, devletin içinde bir yerlerde yaratılıyor da o yüzden burada, halkın önünde konuşulmuyor diye düşünüyorum.

Cumhuriyet / 29.10.12