‘77 1 Mayıs’ına ilişkin birkaç değini

  • Arşiv
  • |
  • Basın
  • |
  • Sol Hareket
  • |
  • 05 Mayıs 2012
  • 07:37

Ön not: 1 Mayıs'tan kısa bir süre önce 1977 1 Mayıs'ında yaşananların tanıklarından olan İbrahim Ünal'la bir röportaj yayınlamıştık. 1 Mayıs'ın hemen ertesinde Taraf Gazetesi yazarı Halil Berktay yaptığı açıklamalarla günlerdir gündemi meşgül eden bir tartışma başlattı. '77 1 Mayıs katliamının üzrine örten, devleti aklayarak böyle bir katliamın yapılmadığını ve yaşananların "solun iç hesaplaşması" olduğunu ifade ederek büyük bir koro eşliğinde devrimcilere yönelik bir saldırı furyası başlattılar. Bir hafta önce yayınladığımız "77 1 mayıs'ına ilişkin bir kaç değini" başlıklı röportajımızı güncelliğinden ve öneminden dolayı bir kez daha okurlarımızla paylaşıyoruz.

Taksim Meydanı’nda 1977 1 Mayıs’ında devlet tarafından yapılan katliam sonrası aradan geçen onca yıla rağmen tartışmalar halen devam ediyor. 2012 1 Mayıs’ına yaklaştığımız şu günlerde gerek burjuva-feodal basında gerekse açıklanan MİT raporlarında katliamın üstünü örtmek için “sol örgütler arasındaki çatışma” olarak lanse edilen ve özellikle “Maocularla DİSK” arasında yaşanan çatışmanın öne çıkartıldığı haberlerde gözle görülür bir artış yaşanmakta. ‘77 1 Mayıs’ında yaşananları o dönemde örgütlü olarak eylemde yer alan ve şimdi Yaşam Ağacı Derneği yöneticilerinden İbrahim Ünal ile konuştuk

Halkın Günlüğü: 1 Mayıs 1977 tarihinde yaşananları ele almadan önce o dönemin genel siyasal atmosferinden bahseder misiniz? ’77 1 Mayıs’ına hangi koşullarda gelindi?

İbrahim Ünal: Toplumların yaşamında belli kırılma noktaları vardır, 1977 tarihi bu çok önemli kırılma noktalarından birisiydi. 60’lı yıllarda, 60’lı yılların sonuna doğru yükselen devrimci mücadele her ne kadar 1971’de belli oranda kesintiye uğramışsa da, ‘73 ile birlikte giderek yükselen bir şekilde kitleler nezdinde yaygınlaşmaya başladı. Dönemin koşullarının etkisi büyüktü, devrimci durumun koşulları giderek artıyordu, dünyadaki ekonomik bunalım doğal olarak Türkiye’ye de yansımıştı, sonuçları görülüyordu. Gerek ekonomik bakımdan, gerek siyasal bakımdan ve gerekse düşünsel ve sosyal yaşam bakımından halktaki gelişme, talepler ve bilinç, kendisini yönetenleri aşıyordu. Bu bir bakıma artık halkın eskisi gibi yönetilmek istemediğinin belirtisiydi. Bu koşullar içerisinde devrimci mücadele de hem çok yaygın biçimde gençlik içinde, hem işçiler arasında sendikal alanda, kırlarda köylüler arasında hızla yayılıyor ve büyüyordu. Bizim ülkemiz tabii ki, diğer dünyadaki gelişmelerden çok ayrı tutulamaz. Doğal olarak siyasal gelişmeler, ideolojik ayrımlar, Türkiye’de de devrimciler arasında belli tartışmaları beraberinde getiriyor ve bu noktada da bir ayrışma yaşanıyordu. Özellikle Kruşçev ile başlayan Sovyetlerdeki geri dönüş Marksist-Leninistler arasında önce kuşkuyla sonra tepkiyle karşılanmaya başladı ve bu noktada büyük bir ideolojik ayrılığa doğru gidiş izlendi.

Mao Zedung’un bu noktada keskin eleştirileri, sosyalizmden geri dönüş ve bu geri dönüşün giderek emperyalist bir nitelik kazanması endişesi dünyada olduğu gibi bizim ülkemizde de çok ciddi bir ideolojik ayrışmaya yol açtı. Bu ayrışmada özellikle TKP’nin daha etkin olduğu DİSK içindeki birçok sendikada kendisini siyasi tavır olarak belirleme biçimini aldı ve bu ideolojik ayrışmada çok çeşitli biçimlerde pratikte devrimcilerle Sovyet yanlılarını, Sovyet revizyonizminin etkisinde kalan grupları karşı karşıya getiriyordu. Bu sendikalarda böyleydi, işyerlerinde böyleydi, okullarda böyleydi. Hayatın her alanında bu ayrışma yeni çatışmalara varacak şekilde gelişiyor, büyüyordu. Diğer yandan, egemen sınıflar gelişen kitlesel hareketlerden büyük oranda ürkmeye başlamışlardı. Gerçekten de halkın, işçilerin çok büyük bir bölümü sisteme karşı, muhalif hareketlerin, sendikaların, siyasi partilerin ve yasal, yasal olmayan kuruluşların, grupların içinde yer almaya ve sisteme, alternatif düşüncelere destek vermeye başlamışlardı. Tabii sistem ve devlet yani egemenler de bu arada boş durmuyordu. Buna karşı, devlet güçlerinin yanı sıra sivil milisleri oluşturmak ve örgütlemek ve onları bu mücadelenin engellenmesinde kullanmak için belli örgütlenmeler, belli provokasyonlar yapıyorlardı. Ülkücü diye tabir edilen özellikle MHP içerisinde örgütlenmiş, onların sevk ve idare ettiği sivil faşistler.

Egemenlerin bu ülke siyasi tarihinde çok klasik bir taktikleridir. Kendileri için tehlikeli gördükleri özellikle sistem karşıtı grupları ki o zamanki Türkiye’nin ve tabii dünyada da böyledir sosyalist muhalefeti, komünistleri bölmek, bunları provoke etmek ve çatışır hale getirmek de çok önemli bir taktiğidir. Bir taraftan da bunu yapıyorlardı, belki biz o zamanlar bunun çok da somut olarak tespitini yapamıyorduk. Siyasi gruplar arasındaki çelişkiler zaman zaman çok yaygın olmamakla birlikte çatışmalara varmasında tarafların birbirini karşılıklı suçlaması ve haklı olup olmama noktasındaki tartışmalar devletin bu noktadaki rolünü ve bu çelişkilerden nasıl yararlanacakları noktasındaki taktik ve düşüncelerini gündeme getirip, buna karşı tedbirler alma noktasında çok da yeterli değildik. Belki de işin bu tarafını açıkçası çok da düşünmüyorduk. Böyle bir ortamda1977 1 Mayıs hazırlıkları yapılıyordu. Bunu da doğal olarak DİSK organize ediyordu. Ama tabii bu 1 Mayıs kutlamaları, DİSK’in tekelinde değildi. Kitlesel güç bakımından ve yasal olanakları açısından bu kutlama DİSK’in bilgisi ve onun organizasyonu temelinde başlatıldı. Zaten yasal izni de onlar almışlardı. Tabii bunun içinde DİSK’e üye olmayan birçok sendika da dahildi. O zaman ki devrimci örgütler, dernekler, meslek kuruluşları yani memur örgütlenmesinden diğer esnaf örgütlenmesine kadar pek çok örgütlenme içerisinde yer alan kurum ve kuruluşlar bu kutlamaya katılacaklardı.

1977’ye kadar olan 1 Mayıs’larda ‘77’de olduğu kadar yaygın ve büyük kitlesel kutlama yapılamadı. İzin verilmediği halde 1 Mayıs yine de yapılıyordu. 1 Mayıs dağınık ve belli yerlerde yapılıyordu.

HG: 1977 1 Mayıs’ında değişen neydi? Birkaç yıl önceye kıyasla nasıl bir önemdeydi ‘77 1Mayıs’ı?

İbrahim Ünal: 1976’da kısmen biraz daha büyük çaplı, biraz daha kitlesel bir kutlama yapıldı. Ki orda da belli tartışmalar, belli gerginlikler yaşandı. Ama çatışma boyutuna varmadı. Bu çatışmalar zaten kitlesel gösterilerde söz konusu oluyordu. 1976 1 Mayıs’ından sonra 2 Mayıs günü Mehmet Kocadağ arkadaşımız sivil faşistler tarafından boğazı kesilerek katledildi.

1975’te CHP mitinginde Bülent Ecevit’in, Taksim’deki mitinginde yine bütün siyasi gruplar, sendikalar ve çeşitli kurum ve kuruluşlar katıldılar. Orada da belli çatışmalar oldu. 1977 yılında 1 Mayıs Mahallesi’ndeki 2 Eylül’de yaşanan çatışmalarda da arkadaşlarımız katledildi ve giderek mücadelede yükselen bir gerginlik yaşanıyordu.

’77 1 Mayıs’a gelirken valiliğin izin vermesi, yasal bir kutlama olarak izin vermesi ki hiçbir zaman devlet 1 Mayıs’ı bir bayram günü dolayısıyla bir tatil günü, dolayısıyla kutlanabilir bir gün olarak görmedi. Yani yasal mevzuatında da böyle bir şey yoktu. Ama 1977 1 Mayıs’ına gelinirken böyle bir izin verdi. Şimdi geri dönüp devletin izin vermesi yeniden değerlendirildiğinde, bir kere o sorunun cevabı ki 1 Mayıs günü ortaya çıktı, niye ‘77’de izin verdi. Toplumsal zorlama sonucu olmadığını düşünüyorum. Yani bu konuda özellikle parlamentoda gerek iktidar partisi, gerek muhalefetin bir önergesi, bir zorlaması ya da bu doğrultuda kitlelerin talebi haline gelmiş bir gösteri, protestolar vs yoktu. Ama her 1 Mayıs’ta da belli gruplar arasında olaylar oluyordu. O zaman ki devlet, İstanbul’un pek çok yerinde gösteriler yapılıyor, kargaşa çıkıyor, derli-toplu bir yerde yapılsın diye düşünmüş olabilir. İyi niyetle o günler açısından bir değerlendirme olabilirdi. Çok fazla neden 1 Mayıs’ın yapılmasına izin verdi noktasında, o yıllarda değerlendirmiş değilim açıkçası. Bunun ta başından beri planlanmış bir provokasyon olduğunu düşünüyorum şimdi.

Çünkü bu 1 Mayıs’a doğru gelirken, özellikle DİSK’te ağırlıkla egemen olan TKP çevresi ile Sovyetler’de sosyal-emperyalist politikalar izliyor artık diyen diğer devrimci ve Marksist-Leninist kesimler arasında çelişkiler artmaya başlamıştı. Ve yer yer İstanbul’un sokaklarında bunlar küçük çaplı olsa bile çatışmalara dönüşmüştü. Bunun hesabını yaparak yani bu 1 Mayıs’taki katliamı, nasıl o kitleyi provoke edip hesabını yaparak DİSK üzerinden kutlama izni verdiklerini düşünüyorum şimdi.

İzin alındıktan sonra, 1 Mayıs’ta Taksim Meydanı’na nasıl gidileceği, organizasyonun nasıl yapılması gerektiği ve orada gösteri ve konuşmaların kimler tarafından nasıl yapılacağı noktası hemen tartışılmaya başlandı. Ve bu tartışma başlar başlamaz da; gerilim gruplar arasında arttı ve giderek olay DİSK cephesinden “Maocu grupları Taksim’e sokmayın” biçimine dönüştü. Diğer gruplar da onların Maocu olarak adlandırdığı gruplar da, o zamanki adıyla Partizan, Halkın Yolu, Halkın Kurtuluşu… gibi belli başlı gruplar vardı. Doğal olarak onlar da “biz gireriz, bize kimse engel olamaz” meydan okumasıyla karşılıklı atışma başladı. Fakat şu noktada egemenlerin ağzından kaçırdığı diyelim bir uyarı sinyali vardı. ‘Maocular ile Sovyet yanlıları 1 Mayıs’ta kavga edecekler, çatışacaklar’ ya da ‘çeşitli yerlerde bunlar çatışıyorlar, kavga ediyorlar’ diye yer yer basında haberler çıkmaya başladı. Bu haberler aslında bir uyarı olmalıydı. Yani gerçekten öngörülü, devleti iyi tanıyan günün birinde mutlaka bir provokasyon hazırlığını düşünen daha doğrusu bunu devrimcilerin düşünmesi, öngörmesi gerekiyordu. Ve eğer bunu düşünebilseydik, o zaman öngörebilseydik tek başına yani bizim Partizan grubu olarak ya da TKP(ML) olarak bunu önlemeye gücümüz yeter miydi bilemiyorum. Ama en azından daha dikkatli, daha tedbirli davranıp, boşa çıkarma yönünde belki de birtakım taktikler oluşturabilirdik, provokasyonu önlemek için. O zamanki toz duman içerisinde, o karşılıklı atışma içerisinde biraz gerçekten aklın arkada kaldığı bir dönem, bir süreç. Grup çıkarlarının, propagandanın, ajitasyonun ön planda olduğu bir süreç yaşandı. Ve toplumda bu iki kesim arasında inatlaşma açık bir şekilde görülür oldu. Biz grup olarak çok da fazla bu tartışmalara katılmadık işin doğrusunu isterseniz. Ama şunu da ‘biz 1 Mayıs’a gideceğiz, Taksim’e gireceğiz ve 1 Mayıs’ı Taksim’de kutlayacağız’ diyorduk. Ama diğer gruplardan özellikle çatışmanın başladığı, provokasyonun başladığı Unkapanı’ndan gelen grupların arasında yer almama noktasında bir kararımız oldu. Onlarla biz birlikte yürüme, o ittifakın içinde olmak istemedik. Bunu iki bakımdan böyle istemedik. Bir, provokatif çıkışlara açık olmaları bakımından birlikte olmak istemedik. İkincisi belli noktalarda farklı düşüncelerimiz olmakla birlikte DİSK’in bu organizasyonda biraz daha ılımlı yaklaşarak, biraz daha uzlaşıcı yaklaşarak, kavgasız, gürültüsüz, çatışmasız alana girebileceğimizi düşündük. Ve o yüzden de zaten Yıldız Yokuşu’nda toplanmıştık. DİSK’in iki korteji vardı. Bir Şişli tarafından gelen korteji yani resmi olarak tespit ettiği bir de Beşiktaş, Dolmabahçe tarafından gelen korteji. Kortejin en arkasındaydık. Yani orada toplanmayı kararlaştırdık. Şimdi bizim kaygılarımız vardı grup olarak. Ama itiraf etmek gerekirse, bu kaygıları diğer siyasi gruplarla ya da basında kamuoyuyla çok da paylaşma yönünde bir çabamız olmadı. Tamamen bir provokasyonun dışında kalmak, sebep olmamak, meydan vermemek saikıyla hareket ediyorduk. Bu düşünce sonucu, zaten bu Unkapanı, Saraçhane tarafından gelen grupla birlikte olmadık. Zaten DİSK orayı kendi alanlarına giriş yeri olarak görmedi ve barikat kurmuştu. O güzergahtan gelen gruplara barikat kurmuştu. Oradan girilmeyeceği ve orada bir çatışmanın dolayısıyla provokasyona açık bir ortamın olacağını önceden tespit etmiştik. Sonuç itibariyle 1 Mayıs günü, uzunca bir bekleyiş, kalabalıktı, biz o gidişle tören alanına yetişemeyeceğimiz endişesiyle Balmumcu tarafından, Nişantaşı Vali Konağı Caddesi’ne kestirmeden geçerek Harbiye’ye çıktık. Ama sadece biz kendi kitlemizle çıktık. Oradan ayrıldık, THKP-C kökenli gruplar vardı önümüzde. Onlar normal güzergahtan gittiler, yürüyorlardı. Çok daha kısa bir süre sonra 1 Mayıs alanına ulaştık. Tam girerken Taksim alanına, Harbiye tarafından yine DİSK’lilerin barikatıyla karşılaştık. Ama oradaki görevlilerle konuştuk, bir gerginlik yaratılmasın, yüklenmiş olalım, kitle de karşı koymuş oldu ama hani sertlik olmasın, böylelikle alana girelim. Dolayısıyla siz de hem görevinizi yapmış olursunuz, hem de kırgınlık, gerginlik olmaz diye konuştuk DİSK görevlileriyle. Biz alana girdik. Alana girdik ama epeyce kalabalık bir kortejdi, uzun bir kortejdi. En az 5 bin kişiydik. Yani bu yolda belki de daha çoğaldı. Ama en az o kadar gücümüz vardı. Alana girer girmez aynı zamanda bu bir çatışmanın olabileceğini varsaydığımız için hem de yollarda sivil faşistlerin saldırısı söz konusu olabilir endişesiyle kendi güvenliğimizi de zaten almıştık. Silahlı korumalarımız vardı, kendi kitlemizi korumak için. Bazılarıyla orada Taksim’in Harbiye girişindeki kitlenin önüne geldiğimde ben artık tanık olarak gözlemimi anlatayım. Olayın nasıl yaşandığına dair. Geldiğimizde Tarlabaşı tarafındaki girişte önce bir silah sesi duyduk biz. O çok net duyduk. Şimdi orada örgütler geliyordu, sloganlar atılıyor. Ve sosyal-faşistler “Maocu Bozkurtlar” muhabbeti gergin bir şekilde devam ediyordu. Bunları duyuyorduk. 50 metre ya da 100 metre sağımızda. Bu sloganlar ve tartışmalar içerisinde bir silah sesi duyuldu. Hemen arkasından belki 30 saniye, 40-50 saniye geçer geçmez başka silah sesleri gelmeye başladı aynı taraftan. Ve orada bir arkadaş, korumalardan birisi benim kolumdan tutarak Sular İdaresi’ni gösterdi. ‘Yoldaş oradan ateş ediyorlar’ dedi. Ve orada 2-3 tane koruma, bizim kortejdeki koruma arkadaşlardan birkaç kişi Sular İdaresi’nin üstüne doğru ateş etmeye başladı. Bu karşılık alınca, oradan sanırım bir 7-8 kişi ya da 6-7 kişi vardı, uzanmış vaziyette geri geri sürünerek çekildiler ama bu sefer alanın öbür tarafından silah sesleri gelmeye başladı. Ben somut olarak görmedim, o zaman işte şimdiki The Marmara Oteli o zamanki Inter Continental Oteli’nin katını şimdi hatırlayamacağım, ateş edilmeye başlandı. Çok büyük bir panik oldu, alanın her tarafından silah sesi gelmeye başladı. Yani bu sefer alan içinde çeşitli grupların koruma görevlileri ateş etmeye başladılar. Ama kim nereye ateş ediyor, çok da anlaşılır gibi değildi. Biz mümkün olduğunca, silahlı arkadaşlarımızı kontrol etmeye çalıştık. Hatta birkaç tanesi oradaki polislere ateş etmek istedi, durdurduk, yani karakoldan gelmiş, binaların önünde onlar da çok endişeli, ürkek bir şekilde olanları izliyorlardı, resmi kıyafetli polisler. Hatta birisinin bunlara ateş edilmesi önerisine şiddetle karşı çıktım.

O konuda yapılacak başka şey yoktu, geri çekilmeyi söyledik özellikle silahlı arkadaşlara. Silahsız kitle yani genel kitle zaten dağılmış vaziyetteydi ve çekildik, alandan gittik. Ben o anda bazı ölüm olaylarının olabileceğini de düşünüyordum. Bir arkadaşla yolda yorum yapıyorduk, ölenler, yaralananlar olmuştur. O Sular İdaresi’nin üstünden ateş edenlerin kontr-gerilla olabileceğini. Bunun önceden hazırlanmış bir tuzak, provokasyon olduğunu falan değerlendirdik ama, akşam haberlerde 30’u aşkın kişinin öldüğünü duyunca, tek kelimeyle şok olduk. Bunlardan birçoğu bilindiği gibi Kazancı Yokuşu’nda ezilerek ölüyorlar. O yolda bir kamyonetin park halinde olduğunu yani daha önceden park edilmiş özellikle yolu daraltmak ve insanların birbirini ezmesini, çiğnemesini kolaylaştırmak amacına yönelik olduğunu öğrendik. Tabii çok üzüldük, çok acı bir katliamdı, kısaca yaşadıklarımız bunlardı.

Olayların görünürdeki yaşanmış şekli böyleydi, böyle gördük. Tabii bu kitlesel eylemler, büyük kitlesel eylemler noktasında hakim sınıfların ve kontr-gerillanın amacına ulaşmada önemli ölçüde başarılı oldular. Bir daha İstanbul ki, ülkenin en büyük şehri. Öylesi büyük kalabalık, ‘500 bin insan vardı’ deniyor Taksim’de doğrudur, vardı ama en az bir 100 bin ile 200 bin insan daha girememişti Taksim’e. Çok büyük bir kalabalık. Bu kitlelerde belki devrimci- militan kesimde çok fazla etkili olamadı, ama sıradan yurtseverlerde, sosyalizm sempatizanlarında, çalışanlarda büyük oranda korku yarattı. O yüzden de böylesine büyük bir kitlesel protesto siyasal içeriği bakımından çok önemli bir eylemdi. ’77 1 Mayıs’ı bir daha İstanbul’da yaşanmadı. Yani en azından ben tanık olmadım bu kadarına. Daha sonraki süreç bilinmiyor, oradan yargılanmalar oldu. Birçok işçi, eyleme katılan sıradan insanlar yargılandı, beraat ettiler ama, orada yanlış hatırlamıyorsam, özellikle o mahkemede hakimin bir yorumu vardı o dönem yargılamayı yürüten hakim: Böylesine kapsamlı, böylesine bu kadar cana mal olmuş bir eylemin büyük bir organizasyon ve örgütlenme içerisinde olacağından hiçbir kuşku yok. İşin bu tarafı tamamen karanlık kalmıştır şeklinde yorumlanabilecek bir kararla bu dava da hukuken sonuçlandırıldı. Ama zaman içerisinde tam anlamıyla bir kontr-gerilla provokasyonu olduğu birçok bilgiyle, birçok isimle kamuoyunda deşifre edildi, hala da ediliyor. Fakat bununla ilgili herhangi bir yasal soruşturma, araştırma, inceleme olmadığı için bu katliam katilleri birçoğu hala yaşıyor. Örneğin şimdi ismini tam hatırlayamacağım bir üsteğmen asker bu Sular İdaresi’nden inen silahlı kişileri yakalıyor. Ve sonradan Mete Altan olduğu iddia edilen bir emniyet müdürü geliyor ve bu üsteğmenden bu kişileri gözaltına almak üzere kendisinin görevlendirildiğini, yetkili olduğunu söyleyerek alıp götürüyor. Ve tabii serbest bırakılıyor, kim oldukları bile belli değil. Gözaltına alınma falan zaten yok. Yine Intercontinental Oteli’nin ateş edilen katı bir gün öncesinden boşaltılıyor ve birileri tarafından Taksim alanına bakan o kattaki odalar kiralanıyor. Ve o kata giriş-çıkışlar yasaklanıyor. Sonuçta bir grup arkadaş bu olaylar sırasında Intercontinental Oteli’ne girmek istiyorlar. Hangi kattan ateş edildiğini görerek oraya çıkmak istiyor, öncelikle otel görevlileri bunları engelliyor. Uzun bir süre çıkmalarına izin vermiyorlar. Daha sonra çıktıklarında ise katın boşaltıldığını görüyorlar. Yani bütün bunlar devlet tarafından biliniyordur, mutlaka belgelerde vardır. Ortaya çıkar mı, bu konuyla ilgili herhangi bir soruşturma açılır mı bilemiyoruz ama. Devrimci gelişmenin, devrimci mücadelenin kitleselleşmesini önleme noktasında çok büyük bir rol oynamış kanlı bir provokasyondu kısacası.

HG: Devlet bugün de tehditlerine devam ediyor. Daha birkaç gün önce İstanbul Valisi tarafından tehditler savruldu. Bugünün koşulları ile 1970’li yılları kıyasladığınızda ne gibi benzerlik ya da farklar görüyorsunuz?

İbrahim Ünal: Şimdi bilindiği gibi, yine uzun süre ‘90’lı yıllarda zaten yoktu, 2000’li yılların ortalarına kadar bildiğim kadarıyla 1 Mayıs’larda kitlesel bir gösteri noktasında kayda değer bir zorlama ve bir kitlesellik olmadı, yaşanmadı. Marjinal girişimler olmuşsa da, bunlar bölgesel kaldı, çeşitli semtlerle sınırlı kaldı vs. İlk zorlama yanlış hatırlamıyorsam, 2007 yılında başladı Taksim’e çıkma girişimleri. 2008-2009 ve 2010 yıllarında bu giderek arttı. Ve bilindiği gibi AKP eski 12 Eylül hukukunun yasaklarını uygulayarak, devam ettirerek kitlesel bir gösteriye izin vermedi. Artık bir başka alanda kutlanabilir, kutlanmasına izin verebilir noktasına geldi ama bu da sosyalistler ve devrimciler açısından Taksim’de kutlamak artık bir prestij sorunu haline geldi. Bence de doğruydu, yani 1 Mayıs eğer kitlesel olarak kutlanacaksa gerçekten Taksim’de kutlanmalıydı. Bildiğim kadarıyla ki aktif olarak ben de katıldım, 2009’da ya da en son 2010’da belli bir grubun Taksim’e kadar gitmesine izin verildi Dolmabahçe’den. 500-600 kişilik bir grup iken bir anda 8 bin 10 bin kişilik kitleye dönüştü 1 Mayıs’ta. Ve gerek toplumun çeşitli kesimlerinde, kısmen sivil toplum kuruluşlarından, sendikalardan ve muhalif siyasi partilerin de zorlaması ile 2011 yılındaki bir kutlamaya izin verildi. Şimdi bu izin verme noktasında AKP’nin düşünce ve ifade özgürlüğüne saygı duymasının, ileri demokrasi söylemlerinin bir sonucu muydu, bu benim açımdan çok tartışılır bir olay. Ama izin verdi, işte bu yıl çok daha kapsamlı şekilde kutlanacağını çok daha fazla insanın bu eyleme katılacağını düşünüyorum. Çok farklı gruplar da geliyor, örneğin, spor kulüplerinin bile çağrı yapması artık ‘1 Mayıs’ta alanlardayız’ devrimci Müslümanların Fatih Camii’nde sembolik olarak cenaze namazı kılınmasıyla alana geleceklerini açıklamaları gibi hususlarla toplumun çok çeşitli kesimlerinde bir talep haline geldi. Fakat öbür taraftan acaba 1 Mayıs’ın siyasi içeriği boşaltılıyor mu? İşçi sınıfının birlik, dayanışma ve mücadele günü olmaktan çıkıp, tüm toplum kesimlerinin katılımıyla bir şenlik, bir bayram havasına mı büründürülecek. Bir bayram olması bir şenlik olması önemli, ama siyasal içeriğinden koparılıyor mu kuşkusunu oluşturuyor bende.

Siyasal iktidarın böyle bir beklentisi olması çok anlaşılır bir şey. Yani onlar açısından böyle olması, dejenere edilmesi, siyasal içeriğinin anlaşılır bir olay işlerine gelir egemen sınıfların. Ama bunu önlemek de gerçekten sınıf güçlerinin ya da sınıfı temsil ettiklerini iddia eden güçlerin bunu boşa çıkarabilecek projeler taktikler uygulamasıyla mümkün olabilir. Tabiri yerindeyse cin şişeden çıktı geçtiğimiz yıl o kitleselliği yaşadıktan sonra artık bunu önleyebilmeleri çok mümkün görünmüyor. Yalnız devletin yapısal olarak değiştiğine inanmıyorum, tam olarak 1977 türü bir provokasyonun her an yeniden olabileceği, her an yeniden yaşanabileceği mutlaka göz önünde bulundurulmalı. Bu devletin dönemsel çıkarlarına, taktiklerine uygun düşerse hiç içleri sızlamadan çok daha kanlı bir provokasyonu gündeme getirebilirler, uygulayabilirler.

Bu dönem valiliğin uyarıları, tehditleri, şunları, bunları çok fazla ciddiye almıyorum açıkçası. Belki bu usul yerine gelsin, uyarımızı yaptık filan türünden bir şeylerdir. Kısacası kitleselleşmesi açısından toplumun çok çeşitli kesimleri katılım açısından çok iyi bir noktada. Geçen yıl ve bu yıl ki atmosfer yaşanacak 1 Mayıs’ın katılımının çok iyi olacağını gösteriyor. Ama siyasal içeriği bakımından organizasyonu yapan siyasi grupların, sendikaların düşünceleriyle sınırlı. Bu nasıl aşılır ya da bu gerçek anlamda birlik, dayanışma, mücadele günü olduğunu, bu anlamda sosyalist mücadelenin bir parçası olur, içeriği anlamında dönüştürülür. Bunu da artık o güçlerin hem politikaları, hem de siyasal taktikleri gösterecektir. O konuda açık çözümler ortaya koyacak durumda değilim. Ya da işin o yanı aşamasında açıkçası kafa yormadım. Böyle işte son yıllardaki gelişme de böyle. Bir de tabii özellikle sol güçlerin, devrimcilerin, sosyalistlerin doğal olarak Kürtlerin birtakım kazanımları değerlendirme noktasında ne kadar olgunlaştıkları bence biraz tartışma konusu. Yani bazı şeylerden geçici ya da kısa süreli çıkarlar olup, ne kadar yararlanırsak kardır mantığıyla mı yoksa bunu gerçekten sosyalist mücadelenin uzum erimli gelişimine mücadelenin sosyalist zemine hazırlık mıdır? Mücadele projelerine rastlamadı, bölünmüşlük, parçalanmışlık durumu dikkat çekiyor.

HG: Böylesi önemli bir konuda düşüncelerinizi ve tanıklığınızı bizlerle paylaştığınız için çok teşekkür ederiz.

İbrahim Ünal: Tüm emekçilerin ve halkların 2012 1 Mayıs işçi sınıfının birlik, dayanışma ve mücadele gününü kutluyorum. Asıl ben teşekkür ediyorum.

Halkın Günlüğü / 05.05.12