67 günün ardından.. - Yetvart Danzikyan

  • Arşiv
  • |
  • Basın
  • |
  • 19 Kasım 2012
  • 06:45

Cezaevlerindeki Kürt tutuklu ve mahkumların başlattıkları açlık grevleri, kritik bir aşamaya girmişken, Hükümet’in de içinde olduğu bir görüşme trafiği neticesinde, Öcalan’ın tavsiyesiyle sona erdi. Hiç şüphesiz sevindirici bir gelişmedir. Bu aşamadan sonra açlık grevini sona erdirenlerin sağlık sorunları ile yakından ilgilenilmesinin hayati önem taşıdığını ve Hükümet’in de bu konuda engelleyici bir pozisyon takınmaması gerektiğini vurgulamak lazım ilk önce.

Bu sevindirici gelişmenin ardından şöyle bir adım geriye çekilip 67 günlük bu sürecin bitiminde nasıl bir manzara ile karşı karşıya olduğumuza bakabiliriz belki. Amacım “grev yapanlar amaçlarına ulaşabaldi mi?” gibi basit bir kar zarar hesabı yapmak değil. Daha çok Kürt sorununda hangi aşamaya geldiğimize, bilhassa AKP tarafından gelen kibir dolu açıklamaların nasıl sonuçlara yola açtığını bakabilir ve bazı küçük notlar çıkarabiliriz belki. AKP ile başlayalım..

-Başbakan Erdoğan sürecin ilk gününden itibaren hem açlık grevleri yapanlara, hem de siyasal Kürt hareketinin parlamentodaki iradesi konumundaki BDP milletvekillerine karşı hayli sert ve alaycı bir dil kullandı. Bu zaten son iki yıldır Kürt sorununda yürüttüğü politikanın bir devamı niteliğindeydi. Bir açıdan şaşırtıcı değildir. Ancak insan hayatından bahsettiğimiz bir denklemde böylesine sert bir dil kullanması, hatta idamın gündeme getirilmesi irkilticidir. Bu, belli ki bir stratejinin ürüydü. Ancak böyle milliyetçi bir atmosfer yaratarak açlık grevi yapanların taleplerinden biri olan “anadilde savunma” için somut bir adım atılabileceğini düşünmüş olmalı. Öte yandan bunun da hayli problemli bir uygulama olacağı görülüyor. Mahkemenin sadece belli kısımlarında uygulanacak bir “anadilde savunma” bu. Ve tercüman ücretinin de sanık tarafından ödeneceği anlaşılıyor. Özetle yarım yamalak bir reform “bahşetmek” için bile böyle bir atmosfer yaratılması, AKP’nin Kürt Sorunu’ndaki pozisyonunu da özetliyor ve bundan sonrası için tatsız işaretler veriyor.

- Bu sert dilin (belki de hesaplanmış) sonuçlarından biri de şu oldu: Kürt sorununda siyasal alan büyük oranda boşaldı ve mesele AKP ile siyasal Kürt hareketi arasında, sadece bu iki aktörün konuşabildiği, ve hayli sert konuştuğu bir süreç haline geldi. Hükümet AKP olduğuna göre bu bir ölçüde doğaldır denecektir ama Erdoğan’ın kullandığı dil, yürüttüğü araçlar öylesine sert, irkiltici ve gürültülüydü ki, “Türk” tarafından kimseye söyleyecek söz kalmadı. “Türk” tarafı derken elbette Batı’daki siyasal aktörlerden ve siyasal pozisyonlardan bahsediyorum.

Erdoğan konuya böylesine sertçe ve “idam”ı da gündeme getirerek girince zaten Kürt sorununda pek bir projesi olmayan CHP ve merkez sağ cephedeki “devlet aklı”nı temsil eden kanat (Cemil Çiçek mesela, bu kanada oynar gibi bir görüntü veriyor) bu alandan tamamen silindi, söyledikleri sözler de cılızlaştı, duyulmaz oldu. CHP böyle bir atmosferde daha soğukkanlı bir pozisyon takınması gerektiğini sezmişti ancak o gürültü, tüm sesleri boğdu. Böylece AKP, daha doğrusu Erdoğan neredeyse bu konuda “Türkler”in tek sözcüsü pozisyonuna geldi. Belki de Erdoğan’ın hesaplarından biri de buydu. Bu durum siyasal hayatımız açısından tehlikelidir. Böylesi kritik bir konuda Erdoğan/AKP dışında kimsenin söz söyleyemeyecek halde olması, bir cepheleşmeyi de beraberinde getirecektir ve bu, bir sorunun çözümü açısından hiç de tercih edilir bir durum değildir.

Elbette ki tablonun bu hale gelmesinde CHP’nin de payı olduğunu unutmayalım. Ve evet bu da, aslında bundan sonrası için de bir gösterge. Erdoğan bir süredir yürüttüğü bu sert politikanın artık sonuç almaya başladığını gördü ve Kürt sorununda bundan sonrası böyle geçebilir. Erdoğan her gelişmeyi (perde önünde) Türkiye’deki tek bir cephe (“Türkler”) ile siyasal Kürt hareketinin mücadelesi olarak sunacak ve toplumun da AKP arkasında hizalanmasını isteyecek. Perde gerisinde ise yine İmralı’da bazı temasların yürüyeceğini düşünebiliriz.

-Yine de AKP içinde konuya daha yumuşak bakanlar olduğunu da gördük. Bülent Arınç’ın bu süreçte yapıcı bir rol üstlendiğini düşünebiliriz. Kullandığı dil de Erdoğan’a kıyasla “insancıl” idi. Arınç’ın Diyarbakır Emniyet Müdürü’ne de destek veren sözler söylediğini ve Erdoğan tarafından terslendiğini de hatırlayalım. Keza Adalet Bakanı Sadullah Ergin’in de çözüm için çalıştığı yönünde bir izlenim mevcut.

Bütün bunlar AKP içinde Erdoğan kadar sert olmayan bir çizginin varlığına mı işaret ediyor, yoksa, az önce bahsettiğim gibi Erdoğan perde önünde esip gürlerken perde gerisinde çalışmaları koordine mi ediyor? Kendi adıma net bir hüküm vermem zor. Ancak çok kaba bir bakışla Erdoğan’a karşıt değil ama yan bir kulvarda Abdullah Gül, Bülent Arınç gibi isimlerden oluşan bir çizgi ile; Cemil Çiçek’in temsil ettiği, klasik devlet aklı ile merkez sağı birleştiren Özal’a daha yakın bir çizginin geliştiğini flu da olsa seçmek mümkün. Bu iki çizginin nasıl bir şansı olur, onu da öngörmek zor. Yeri gelmişken Çiçek’in aylar önce gündeme getirdiği 10 maddelik çözüm paketini ve bu pakete AKP’nin nasıl sert bir yanıt verdiğini hatırlayalım.

- Öte yandan Erdoğan’ın sert ve kıyıcı biçimde de olsa sürekli BDP’yi muhatap alması aslına bakılırsa BDP’nin de meşruiyetinin artmasını sağladı. Erdoğan BDP’ye her saldırdığında kameralar ve mikrofonlar doğal olarak BDP’li milletvekilerine döndü ve Erdoğan’ın BDP’yi siyasal alandan atma çabalarına rağmen tam ters yönde bir gelişme uç verdi. Muhtemeldir ki Erdoğan ve AKP bundan sonra da bu politikayı sürdereceklerdir ancak BDP’nin, etkinlik açısından CHP ve MHP’yi de geride bırakacak şekilde siyasetin aktörü haline geldiğini söyleyebiliriz herhalde.

- Dolayısıyla buradan devam edelim. Siyasal Kürt hareketi açısından bakacak olursak: Türkiye siyasetinde iki kritik aktörden biri olduklarını gösterdiler. Hükümet’i zorlama imkanına sahip yegane dinamik, siyasal Kürt hareketidir günümüzde. Geniş, tabana dayalı ve dinamik yapısı sayesinde AKP bu alanda hegemonya kuramıyor (bunun AKP’de asap bozukluğu yarattığını da düşünebiliriz) Sol bir gelenekten gelmeleri ve büyük oranda ezilen sınıf ile Kürtler’in kesişmesi sayesinde bu alandaki boşluğu da devralmış gibiler. Bu hareketin iç işleyişinde sorunlar elbette mevcuttur ancak bu, şu aşamada ikincil öneme sahip görünüyor.

Özetle Kürt meselesini sürekli gündemde tutma ve Türkiye’deki siyasal alanı sadece AKP ile siyasal Kürt hareketinin mücadele ettiği bir saha haline getirme güçleri var. Öcalan’a uygulanan tecridin meşru olmadığını canlarını tehlikeye atma pahasına ifşa ettiler ve anadilde savunma/anadilde eğitim gibi meşru talepleri siyasetin gündemine soktular.

- Tabii bu tabloya açlık grevlerini tek sözüyle bitirme gücüne sahip olduğunu gösteren Öcalan’ı da eklemek gerekiyor. Açlık grevlerinin başlıca gerekçelerinden olan Öcalan üzerindeki tecridin kalkıp kalkmadığı henüz net değildir.

Hükümet’in Öcalan’la ilgili projeleri de net değildir. Bu güce sahip bir aktörü bundan sonra çözüm sürecinde kullanacaklar mı, yoksa, yine belirsiz, yönsüz, perspektifsiz bir politikaya mı gömülecekler? PKK ne yapacak? Gündemlerinde silahsız bir süreç var mı? Talabani’nin geçtiğimiz hafta Hasan Cemal’e söyledikleri önemlidir. Hatırlanacağı gibi Talabani PKK’nın geçen yıl silah bırakmaya hazır olduğunu, ancak bunun için genel af ve yeni Anayasa’da Kürtler’le ilgili bazı adımlar beklediğini söyledi. Talabani’nin sözlerine bakılırsa Erdoğan genel af önerisini reddetmiş. Ancak bunların aslında yıllardır devletin ve AKP’nin gündeminde bulunan maddeler olduğunu da biliyoruz.

AKP’nin konuya sertlikle ve tüm siyasal alanı temizleyerek değil de, çözüm perspektifini benimseyerek gelmesi durumunda, bir imkanın varolduğu görülüyor. Mesele Erdoğan’ın sarıldığı otoriter ve kibirli dilden vazgeçip geçmeyeceğidir, büyük ölçüde.

Dolayısıyla bir yandan da çözümün aslında çok da uzakta durmadığını bilelim

Radikal / 19.11.12