50’li yıllar İstanbul’unda “Gurbet kuşları” - K. Aras

  • Arşiv
  • |
  • Kültür-Sanat
  • |
  • Makaleler
  • |
  • 17 Kasım 2012
  • 17:36

Orhan Kemal, Bereketli Topraklar Üzerinde (1954) romanında işçi sınıfının oluşum sürecine dair gözlemlerini incelikli bir şekilde anlatmış, işçileşmenin hareket noktasının kırdan kopuşta, bir anlamda toprakta bir çözülmenin yaşanması ve bunu takip eden göç süreçlerinin kritik eşik olarak alınması üzerinde durmuş, kahramanlarını Sivas’ın bir köyünden tanıdığı bildiği bir coğrafyaya, Çukurova’ya taşımıştır. Yazar, bu tutumuyla dönüşüm süreçlerini, kırılma anlarını ele alan yanıyla hem ortadan kalkmaya başlayan, hem de yeni oluşan sınıfsal ilişkileri mercek altına alır.

Beraber göç etmiş üç arkadaşın Çukurova’da farklı yaşama pratiklerini okuruz roman boyunca. Hayatta kalabilen İflahsızın Yusuf köyüne döner, ama biliriz ki o artık ‘köylü Yusuf’ değildir, şehir görmüştür, duvar ustası olmuş, köye dönerken evine ocak bile almıştır. Bundan sonra Yusuf’un yarı köylü yarı işçi bir hayat sürdüğünü anlarız, yılın belli dönemlerinde Çukurova’ya çalışmaya gider.

Orhan Kemal’in bir başka romanı Gurbet Kuşları (1962) tam da anlatılagelen dönemin bir sonraki kuşağını ele alır, devamı niteliğinde, hatta Bereketli Topraklar Üzerinde’nin ikinci cildi gibi düşünülebilir. 1950’li yılları anlatan roman yine göç ile başlar, İflahsızın Yusuf’un oğlu Memed, İstanbul yoluna düşer ve kendini Haydarpaşa garında bulur. “Anadolu içlerinden kopup gelen her tren, her kuşluk treni, her gelişinde gurbet kuşlarını toplayıp getiriyordu İstanbul’a. Yol, yıkım, yapım üzerine çok iş vardı İstanbul’da” Memed, köyünden ilk defa çıkmıştır, çünkü İstanbul’da bolca iş vardır, ondan önce akrabası Gafur büyük şehre gitmiş, kendisine de mektup salmıştır, bolca iş olduğundan bahsetmiştir. Kafalarda hep İstanbul vardır, taşı toprağı altın olan…

Orhan Kemal’in birçok romanında karşımıza çıkan, Bereketli Topraklar Üzerinde’de gördüğümüz, kente gelindiğinde bir hemşerinin bulunması, hemşerilik bağları üzerinden kentte tutunma çabası burada da karşımıza çıkar. “Trenden inmişlerdi. Karşıya geçecek, daha önce gelip iyi kötü birer köşebaşı, yosun tutmuş hemşerilerini Küçükpazar, Unkapanı kahvelerinde bulacak, geldik! diyeceklerdi. Bizde geldik sonunda.” Memed’e göre iş Gafur Ağasındadır, ne de olsa hısmı, köylüsüdür, kendisine iş bulmayıp da kime bulacaktır? Haydarpaşa garının platformuna yeni umutlarla inen “gurbet kuşu” Memed, köyde cebine sıkıştırılan adresi bulmak için belli bir şaşkınlıkla yönünü bulmaya çalışır.

Memed’in trenden Haydarpaşa garına inip vapurla İstanbul’un diğer yakasına geçişi, sokaklarda başından geçenler, hemşerisini bulma çabası, ‘İstanbul yerlilerinin’ gurbet kuşlarına bakışını yazar, bir İstanbullu’nun ağzından şöyle anlatır: “İstanbul’a ırgat, maraba akıyor. Akın akın geliyorlar. İstanbul İstanbul’luktan çıktı. İstanbul’u pisletiyorlar, kirletiyorlar tekmil… Hükümet efendim, suç hükümette. Yasak et, bitti. Hükümet gevşek olmasa, bunlar köyünden kımıldayabilir mi?”

Sadece ‘İstanbul yerlileri’ köyünden çıkıp işçi olmaya gelmiş olanlara bu şekilde bakmaz, şehire daha erken göç etmiş, işçileşmiş olanlar kendilerinden sonra gelenlere benzer yaklaşımı sergiler. Memed, köylüsü Gafur’u bulduğunda hor görülür, Gafur tarafından cahil olarak algılanır. Memed’in kendisine dayanak olarak gördüğü hemşerisi Gafur, hiçbir şekilde destek olmaz, tersine işleri yokuşa sürer. Diğer yandan kente iş bulma ümidiyle gelmiş olanlar üzerinden vurgun yapmaya çalışanlar da vardır. Hacı Emmi gibiler iş buldum diyerek işçilerin ücretinin bir kısmına el koyar, onlara çok kötü koşullarda barınacakları yerler ayarlayarak avanta alırlar.

Romanda sadece Memed’in hikayesini okumayız. Dönemin İstanbul’unda ki yeni yapılaşma, sebze halindeki kabzımallıktan müteahhitliğe doğru yol alan Hüseyin Korkmaz karakteri, Gafur gibi vurgun yolu arayan emekçiler, Hacı Emmi gibi vurguncular, Demokrat Parti’nin milletvekilleri, çeşitli bakanlarla burjuvaların ilişkileri, 6-7 Eylül provokasyonu, fabrikalardaki çalışma koşulları, sanatçı çevreleri, gecekondu mahallelerinin oluşumu, yıkımlar…

DP’nin tek başına iktidar olduğu, 2. Paylaşım Savaşı sonrası dönem Türkiye’nin liberal politikalarla dünya ekonomisine eklemlendiği, Marshall Planı dahilinde alınan kredilerle tarımda makineleşmenin arttığı ve ülkenin bir şantiyeye dönüştüğü, NATO ve IMF gibi kuruluşlara üyeliklerle emperyalizmle ileriden bağlar kurulduğu bir sürece dönüşmüştür. DP dönemi bir yandan kapitalist ilişkileri ileriye taşımış, diğer yandan devlet baskısını katmerlemiştir.

Romanda yeni serpilen, DP üzerinden oluşan bir burjuva tipini görürüz. “Atatürk devrini de biliyorlardı bu devri de. O devirde, her mahalle de yedi sekiz milyoner nerdeydi?” Hüseyin Korkmaz, DP liberalizmine vurgu yaparak kendisi için şunları düşünür: “Şimdiki gibi sermaye sahiplerine hak tanınsa, sermaye sahibi başıboş bırakılsaydı, daha o zamandan milyoner olmaması işten bile değildi.” Yazar bu karakteri üzerinden parti ilişkileri yoluyla sermaye birikimini artıran, Ankara’da ihaleler koparan, kentsel ranttan pay kapmaya çalışan, Hüseyin Ağa’dan Hüseyin Beyefendi’ye doğru yol alan, ama tam anlamıyla da burjuvalaşamayan, en sevdiği yemeğin yer sofrasında yine bulgur pilavı-turşu-ayran olduğu bir tipleme yaratır. Büyük burjuvazinin yanı sıra oluşan bir nevi ‘milli burjuvazi’ ya da 1942 yılında gayrimüslimlere yönelik uygulanan Varlık Vergisi gibi uygulamaların uzantısı olarak 6-7 Eylül ekseninde tamamlanan sermayenin ‘millileştirilmesi’.

1950-60 arasını anlatan toplumcu gerçekçi bir roman kuşkusuz 6-7 Eylül’e bir biçimde değinir. Orhan Kemal de bunu fazlasıyla yapmıştır. İşçilerin şu konuşmaları dikkate değer: “Meğer hükümetin emriyle millet gavur mallarını yağma ediyormuş.” İnsanların yağmaya nasıl tahrik edildiği kitabın çeşitli sayfalarında anlatılır. “Polisler bir yandan arka olur, millet çoşmuş, kudurmuş… Günlerden beri kim, kimler tarafından kulaklarına sokulup duran bu yağma, bu yakıp yıkmaya çağrı sürüp gitmişti, gürültü, uğultu emir almışçasına bir anda bütün İstanbul’a yayılmıştı. İstanbul çığlık çığlık, İstanbul alev alev… Herkesin gözü Beyoğlu’ndaydı… Çağrı sürüp gitmişti… Radyolar dolusu tahrik”

Toplumun yoksul kesimleri, işçileri, işsizleri böylesi bir yağmaya alet edilir.. Ermeni ve Rumların elindeki varlıkların/sermayenin ‘millileşmesi’ bir anlamda kıyım yoluyla gerçekleştirilmiş olur. Bu durumun ezilen kesimler açısından trajik yanını Zeytinburnu’nda bir işçi mahallesinde bir kadının “Oğlunun 6-7 Eylül gecesinden kalma sarı sol tek ayakkabı bulunan bacağını bileğinden tutup leğene iyice çekip” yıkaması üzerinden görürüz. Halklar birbirine düşman edilmiş, insanlar yerinden yurdundan edilmiş, yoksullar ne pahasına alet olduklarını bilmedikleri bu yağmadan bir ayakkabının tek eşine razı olmuşlar, bütün bunlar olurken ‘ulus-devlet’ oluşturma süreci hayata geçirilmiştir.

Romanın ilk bölümleri İstanbul’un merkezi bölgelerinde geçerken ilerleyen sayfalarda gecekondu mahalleleri, fabrikalar, işçilerin yaşam alanlarına tanıklık ederiz. Romanda özellikle kadın işçilerin çalışma koşulları ile ilgili önemli gözlemler vardır: “Çalıştığı emaye fabrikasının asit dairesinde ölesiye çalışan kadınlar yüzünden usta, fabrika sahibiyle kötüleşmiş, işi bırakmıştı. Adamın işi bırakmadan söylediği sözler şimdi beynine balyoz gibi iniyor, düşündürüyordu: Asit dumanı içinde kısırlaşan işçi kadınlar da insan. Onlar da bu dünyaya en az sizin kadar yaşamak için geldiler. Onların ölümü pahasına viski içerken kalpleriniz sızlamıyor mu?”

 Orhan Kemal romanının en önemli yanlarından birisi bu satırlarda açığa çıkar: Anlatılan dönemin çalışma ilişkileri ve koşullarının emekçiler gözünden tanığı olmak.

Memed, İstanbul’da Anşa ile evlenmiş, ardından da köyden babasını ve kardeşlerini getirtmiştir. Hüseyin Korkmaz’ın yanında çalışan, onun köşkünün alt katında yaşayan Memed, patronunun zorla DP’ye üye yaptırma girişimlerine olumsuz yanıt verir ve yaşadığı çeşitli sorunlar yüzünden işten ayrılır, fabrikaya girer, Anşa da fabrikada çalışmaya başlar. Memed’in patronu tarafından DP’ye zorla üye yaptırılmaya direnmesinin gerisinde çok güvendiği, sendikalı olduğunu kitabın bir sayfasında öğrendiğimiz bir işçinin ‘üye olma’ yönündeki telkinleri var.

Memed ve Anşa’nın başlarını sokacakları bir evlere ihtiyaçları vardır. Önlerinde bir örnek olarak Anşa’nın ablası vardır; bir arsa kapatmışlar ve evlerini yapmışlardır, kira dertleri yoktur. Onların yolunu tutarlar. “Çevrelerinde, yıkılan İstanbul’un evsizlik cehenneminden kaçıp gelmiş insanlar. Daha önce gelmiş, barınaklarının temelini kazan, kazılmış temellere duvarları çıkmaya çalışan ya da sadece briket gibi tuğla gibi, kum, kireç, çimento gibi yarınki barınaklarının araçlarını bekleyen insanlar; yağmurla, karla, ayazla, çamurla savaşmaya ahdetmiş insanlar!”

İstanbul’a kitlesel bir göç olmuş, köylerinden gelen insanlar bir biçimde iş bulmuş, ama şehirde ciddi bir konut sorunu vardır. Fabrika çevrelerinde emekçilerin kendi çabalarıyla yapmaya çalıştığı konutlar, bir anlamda “işçi mahallesi” oluşumunu ortaya çıkartmıştır.

Konut sorunu, kitabın bu sayfalarında Zeytinburnu üzerinden anlatılır. Gecekondu kurmak o kadar da kolay değildir, rüşvet vermeden, parti ilişkileri olmadan olmaz! “Dünyanın hiçbir yerinde hiçbir keser, dünyanın hiçbir yerindeki hiçbir keresteye böylesine çekingen inemez. Zeytinburnu sırtlarındaki Yeşiltepe’de gecekonduları kurmaya çalışan keserler bile korkak, ürkek, çekingen!” Mahalleli sürekli yıkım korkusu yaşar, gözler yollardadır, karanlıktaki ışıklara bakarlar, yoksa buraya mı geliyor araçlar? İşçiler sabahtan akşama kadar fabrikada çalışıyor, gece yarılarında ise kendi konutlarını inşa ediyordur. Sürekli bir çalışma hali, hayata tutunma çabası, gelecek ile ilgili hayaller kurma söz konusudur.

Yıkımdan duyulan korkunun egemenlerce sürekli taze tutulduğunu satır aralarında görürüz. Emekçilerin üzerinde bir baskı oluşturma ve sorunlara karşı rıza göstermesinin bir aracına dönüşen uygulamalar hayata geçirilir. “Yıkıyorlardı. İnsan emeğine, dişten tırnaktan artırılmış, göz nuruyla yoğrulmuş­­, insan emeğine acımadan yıkıyorlardı. Ortalık çığlık çığlığaydı, ortalık duman duman.”

Tuğlalar, briketler devrilir, ortalık alt üst olur, Memed’in elleriyle ördüğü yapı yıkılır. Bütün bu toz duman, kargaşa ortamında Memed’in yıkılmış, boynunu bükmüş umutsuz halini gören Anşa bu duruma sinirlenir: “Kalk lan kalk. Gene yaparık, yenisini yaparık!”

(Sosyalizm İçin Kızıl Bayrak, 16 Kasım 2012, Sayı 12-45)