Tekrarlanan İstanbul seçimleri ülke gündemini bir hayli meşgul ederken, Türkiye kapitalizminin içinde bulunduğu ekonomik kriz de derinleşiyor. Gelinen yerde Türkiye ekonomisi, Ekim 2018-Mart 2019’da yüzde 2,8’lik bir küçülme yaşamıştır. İç-dış borç yüküyle beli bükülen ekonomi, her an fırlamaya hazır döviz kurlarıyla giderek kötüleşecek bir tablo arz etmektedir. Yüksek işsizlik, enflasyonun sürekli artışı ve sosyal yıkımın şiddetlenmesiyle bu tablonun bedelini işçi ve emekçiler ödüyor.
Dışa bağımlı ekonomisiyle Türkiye bir kaçınılmazı yaşıyor. AKP döneminde bol uluslararası finansman sayesinde bu bağımlılık daha fazla derinleşmiştir. Türkiyeli kapitalistler, yabancı fonlarıyla semirdikçe semirmiştir. Ancak denizin sonuna gelinmiş, Erdoğan yönetiminin iç ve dış politikadaki icraatlarının da katkısıyla bu sıcak hazır paraya dayalı ekonomik büyüme rüyası bitmiştir.
AKP, yakın yıllara kadar uluslararası ekonomik durumun elverdiği ölçüde sıcak para girişini sağlayabilmiş, ülke yabancı yatırımcıların gözdesi olmuştu. AKP iktidarı doğrudan yabancı yatırımların özendirilmesi ve yabancı yatırımcıların haklarının korunması amacıyla, 2003 yılında yürürlüğe giren 4875 sayılı “Doğrudan Yabancı Yatırımlar Kanunu” çıkardı. Kanun’un yürürlüğe girdiği tarihten 2004 yılı sonuna kadar 2 bin 461 yabancı sermayeli şirket kurulmuştur. Yabancı yatırımların ülke gruplarına göre dağılımında öncelik AB ve ABD olup, 732 milyon dolar tutarındaki sermayenin 410 milyon dolarlık kısmı Alman sermayesi, geri kalanı AB üyesi diğer ülkelere aittir. 2016 sonu itibarıyla Türkiye’de faaliyet gösteren yabancı sermayeli şirket sayısı 53 bin 156’ya yükselmiştir. Ülke gruplarına göre dağılımda AB ülkeleri 21 bin 751 şirketle birinci sırada yer almaktadır. Yabancıların brüt varlıklarının milli gelire oranı ise yıldan yıla yükselmiş, 2008 yılında yüzde 52,9 iken 2011 yılında yüzde 63,7’ye, 2014 yılında yüzde 82,7, 2015’te yüzde 81,9’a ulaşmıştır. (Veriler için bkz. Türkiye Ekonomisinin Emperyalizme Bağımlılığı: Uluslararası sermaye hareketleri-Kansu Yıldırım, birgün.net)
Bu süreçlerde ekonomik büyüme rekorları kırdıkları için Erdoğan “büyük ve güçlü Türkiye” imajını parlatma imkânı yakalamış, “yerli-milli-bağımsız” Türkiye vurgularıyla iktidarını pekiştirmek için avantajlar elde etmişti. Oysa bu, daha da dışa bağımlı bir ekonomi sayesinde olanaklı olmuştu.
Sabancı Holding CEO’su dış kaynak ihtiyaçları konusunda şunu itiraf etmektedir: “Yabancı fonlar olmadığı takdirde, Emlak Bankası’nı da kursanız, enerjiyle ilgili başka fonlar da oluştursanız cebinize bir para girmeyecek. Olmayan parayı hangi cebe koyarsanız koyun aynıdır.”
S-400’ler üzerinden ABD ile yaşanan gerilimle birlikte Trump’ın “ekonominizi mahvederiz” tehdidinin gerçekleşmesi durumunda ise kriz çanları daha da gürültülü çalacaktır. Türk sermaye sınıfının temsilcileri geçtiğimiz mayıs ayındaki TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi toplantısında bu konudaki kaygılarını dile getirmişti. Yüksek İstişare Konseyi Başkanı Tuncay Özilhan bir yandan, dış politika ve askeri alanda ilişkilerin uzun vadeli çıkarlara göre oluşturulduğunu söyleyerek, “Bu nedenle ittifaklar kolay kolay değişmez” vurgusu yapmış, öte yandan da “ekonomik olarak zayıf olan, finansman sorunu çeken, tasarrufları yatırımlarını karşılayamayan ülkeler, ekonomileri güçlü olan ülkelere tabi hale gelirler. Bunun tersini düşünmek hayalciliktir” diye, Erdoğan yönetimini uyarmıştı.
Zira en iyi bu sermayenin temsilcileri biliyor ki, Türkiye kapitalizminin emperyalizme bağımlılığı salt dış politikadaki stratejileriyle sınırlı değildir. Esasta ekonomik alanda, özellikle AKP döneminde daha fazla derinleşen bir bağımlılık söz konusudur. TÜSİAD ve MÜSİAD’ın her vesile ile batılı ülkelerle iyi ilişkiler geliştirilmesi gerektiğini söyleyerek, AB’nin Türkiye ihracatındaki payının yüzde 48,7 ile birinci sırada olmasını vurgulamaları ve Türkiye’nin AB üyeliğinin vazgeçilmez bir hedef olduğunu tekrarlamaları boşuna değildir. Ayrıca TOBB, TİM, TESK, DEİK, TÜSİAD, MÜSİAD ve TMB’nin yer aldığı sermaye grupları Avrupa Birliği’ne yönelik özel çalışma grubu oluşturarak her ay düzenli toplantılar yapmaktadır.
Krizle birlikte daha da artan borç yükünün, emperyalist-kapitalist finans sermayesine bağımlılığı pekiştirdiği ortadadır. Dışarıdan para gelebilmesi dışında krizden çıkış formülleri yoktur. Ve bundan sonra krize “çözüm” adı altında Erdoğan hükümetinin atacağı ya da atmaya zorlanacağı adımlarla bu bağımlılık daha da derinleşecektir. Bu bağımlı ekonominin sürekli kriz hali bir kısır döngü olarak yaşanacaktır. Tüm bu yaşananların faturasını işçi ve emekçilerin kemer sıkma politikaları olarak ödemeye devam edeceği ise bir başka gerçektir. Tablonun değişmesi işçi ve emekçilerin örgütlü tepkilerini göstermelerine bağlıdır.