Dünya ölçüsünde derinleşen ekonomik kriz Türkiye’de de işçi ve emekçilerin sırtına yıkılan faturayı her geçen gün büyütüyor. Emperyalist-kapitalist sistemin yapısal krizinin ürünü olan, AKP eliyle uygulanan yağma ve talan politikalarıyla daha da ağırlaşan bu krizin aşılması bir yana, ötelenmesi de mümkün görünmüyor. Tüm göstergeler, 2019’da krizin yıkıcı bir boyut kazanacağını ortaya koyuyor.
Sermaye iktidarı açısından, kapitalizmin kendi içsel çelişkilerinin ürünü olduğu ölçüde bir çözümü de olmayan krizin işçi ve emekçilere fatura edilmesinin dışında bir çıkış yolu bulunmuyor. Zira büyük bir tıkanmayla yüz yüze kalan kapitalist ekonominin çarklarının dönebilmesi, işçi ve emekçilerin daha azgın sömürüsüne, işsizliğe ve sefalete itilmesine bağlıdır. İçeride ve dışarıda yaşadığı tüm sorunlara rağmen dinci-faşist iktidara hâlâ da yaşama imkânı sağlayan ise, bunu hayata geçirebilecek politikaları pervasızlıkla uygulayabilmesidir. İşçi sınıfı ve emekçilerin on yıllardır çok yönlü bir kuşatılmışlıkla sersemletilmesi, neo-liberal saldırılarla örgütsüzleştirilmesi, baskı ve terörle boyun eğdirilmesi sayesinde, bugün için bu başarılabilmektedir. Ancak krizin daha da ağırlaşması, yerel seçimler sonrasında uygulamaya sokulacak saldırılarla yıkımın boyutlanması bunun imkanlarını giderek tüketecek, emekçilerin saflarında birikmekte olan tepki ve hoşnutsuzluk daha da derinleşecektir.
Bu koşullarda odaklanılması gereken sorun, büyüyecek bu tepki ve hoşnutsuzluğun hangi kanallara akıtılacağı, hangi hedeflere yöneltileceği, bunun için nasıl bir mücadele ve örgütlenme çizgisi izleneceğidir.
Öncelikle bir noktanın altı kalınca çizilmelidir. Krize karşı mücadeleyi örgütleme iddiasıyla bir araya gelen, “faturasını sermaye ödesin” şiarını yükselten birtakım reformist muhalif güçlerin oluşturduğu platformlar üzerinden, krize karşı mücadeleyi örgütlemede mesafe almak bir yana, birtakım adımlar atmak bile olanaklı görünmüyor. Zira bunu başarabilmek, işçi sınıfı ve emekçileri harekete geçirebilecek bağlara, mevzilere, taban inisiyatifine dayalı örgütlülüklere, ve en önemlisi de, mücadeleyi ‘sınıfa karşı sınıf’ bakış açısıyla örgütleyecek bir mücadele anlayışına ve çizgisine sahip olabilmekle mümkündür.
Krizi emekçilerin hiç değilse bir kesiminin gündemine taşımak sınırlarında yapılanların kendi içinde belli bir anlamı olsa da, işçi-emekçi tabanına oturmayan, gücünü buradan almayan birlikteliklerle reformist sınırlarda bile yol alınamayacağı açıktır.
Reformist bakış açısının kısırlığı, sorunun yalnızca bir yanıdır. Asıl sorun bunun ötesindedir. Genel planda alındığında, reformist bir çizgide de olsa birtakım mücadele talepleri belirlemek, bunlar üzerinden sınıfı ve emekçileri örgütleyip harekete geçirmek, bunun sonucunda birtakım tavizler elde etmek de mümkündür. Ama bugünün Türkiye’sinde sorun, krize karşı mücadele iddiasıyla ortaya çıkanların, reformist çizgide dahi, böyle bir mücadeleyi örgütleyebilecek bir iradeden, güç ve imkanlardan yoksun olmalarıdır. Yıllardır uygulanmakta olan neo-liberal saldırının en ağır sonuçlarından biri, işçi sınıfı ve emekçilerin örgütsüzleştirilmesi olmuştur. Sendikal örgütlenme ve mücadelenin dibe vurmasının gerisinde bu vardır.
Bugüne kadar buna karşı bir duruş sergileyemeyenlerin ve sınıfa dönük siyasal çalışmadan uzak duranların, krizin faturasını sermayeye ödettirmeyi hedefleyen mücadeleleri reformist bir çizgide bile örgütlemeleri olanaklı değildir.
Krizin derinleşmesindeki sorumluluğu üzerinden AKP’yi ve tek adam rejimini hedeflemek, neo-liberal yıkım politikalarını teşhir etmek, birtakım talepler belirleyerek basın açıklamalarıyla bunları ilan etmek, zaman zaman da mitingler düzenlemekte bir güçlük yok ve halihazırda yapılan budur. Bu çerçeveyi aşamayan bir “emeğin korunması” mücadelesiyle yol almak ise mümkün değildir.
Krizin faturasını sermayeye ödettirme mücadelesi, her şeyden önce, emeğin tabandan örgütlenmesi, fabrika ve işyeri zeminine dayalı mücadelelerin geliştirilip birleştirilmesidir. Bu mücadeleler içinde güç biriktirilmeden, sermayeye karşı direnme gücü ortaya koyabilecek örgütlü mevziler yaratılmadan, krize karşı genel mücadele çağrılarıyla yol alınamaz. Sınıf ve emekçi kitlelerin saflarında biriken ve daha da büyüyecek olan öfke ve tepkinin boyutları ne olursa olsun...
Sınıf hareketinin on yıllardır aşılamayan yapısal zaafları, tüm çıkış arayışlarına rağmen bir türlü bunun kırılamamış olması olgusu orta yerde durmaktadır. Son yıllarda patlak veren direnişler, saldırıların pervasızlığının, bıçağın kemiğe dayanmış olmasının ürünüdür ve kuşkusuz çok önemlidir. Daha çok da dayanılmaz boyutlar kazanan ağır sömürü ve çalışma koşullarına ve buna karşı örgütlenme çabalarının boğulmasına verilen tepkilerdir. Krizin derinleşerek yıkıcı sonuçlarını ortaya koymasıyla, bu tür direnişler daha da yaygınlaşacaktır. Baskı ve terör yoluyla bu gelişmenin önünü almak kolay olmayacaktır.
Mücadelenin örgütlenmesinde bu sorunlar üzerinden patlak verecek direnişlerin dayanak noktaları olacağı tartışmasızdır. Ancak, bu tür tekil direnişlerin, ortak bir mücadele potasına akıtılmadığı koşullarda etkili bir güç olarak kendini ortaya koyamayacağı da açıktır. Bu zaafiyeti aşmak, işçi havzaları ve sektörler üzerinden hedefli yönelimlerle başarılabilir. Değişik alanlarda patlak veren bu tür direnişlere güç vermenin yanı sıra, ancak büyük işçi havzalarında mücadeleyi sürükleyebilecek fabrikalar üzerinden bir yönelim hedeflenen sonuçları üretebilir. Dolayısıyla krize karşı mücadele, uzun vadede yaratacağı imkanlar üzerinden soluklu bir mücadele olarak ele alınmak, bu bakışla örgütlenmek durumundadır.
Öte yandan, krize karşı mücadele, krizin ağırlaştırdığı ekonomik ve sosyal sorunlara kendi içinde çözüm üretme mücadelesi değildir. Kriz dönemlerinde, bu çerçevede mücadelelerle yol almak mümkün de değildir. Bizzat kriz koşulları bunu olanaksız hale getirir. Böylece, sistemin çelişkilerini ve açmazlarını en yakıcı ve yıkıcı bir biçimde gözler önüne serer. Bu ise, mevcut sistemin neden aşılmak zorunda olduğu bilincini, dolayısıyla devrimci sınıf mücadelesini geliştirebilmek açısından son derece elverişli bir zemindir.
Krizin faturasını ödemeyi reddetmek, temelde bu düzene karşı bir mücadele çağrısıdır. Mücadelenin örgütlenmesinde elbette acil iktisadi ve sosyal istemler hareket noktası olacaktır. Ancak bu istemler uğruna mücadele, mevcut burjuva sınıf düzenini hedef alan bir bakışla ele alınmak durumundadır. Reformizmin en temel açmazı budur. Düzen sınırlarını aşmayan, sınırlı kazanımları hedefleyen bir çizgide kendine alan açmaya çalışmasıdır. Oysa, özellikle kriz dönemlerinde, bu sınırlarda mücadelelerle birtakım tavizler elde etmek bile mümkün değildir. Bütün bir devrimci mücadele deneyimleri, iktisadi ve sosyal reformların ancak devrimci mücadelelerin yan ürünleri olarak elde edilebildiğini göstermektedir. Düzenin temellerine yönelen devrimci sınıf mücadelelerinin basıncıyladır ki burjuvazi reform sınırlarında bazı tavizler vermek zorunda kalabilmektedir. İşçi sınıfını bağımsız politik bir güç olarak burjuvazinin karşısına çıkarma devrimci perspektifine dayalı bir mücadele çizgisi, tavizler koparıp almanın da en etkili ve verimli yoludur.
Krize karşı mücadeleyi bu perspektifle ele alan sınıf devrimcileri, düzenin krizini, düzenin temellerini hedef alan bir mücadeleyi örgütlemenin, sınıfın bilincini bu doğrultuda geliştirmenin, bu mücadeleler içinde devrimci mevziler yaratmanın fırsatına çevirmeye odaklanacaklardır. İnisiyatifli, yaratıcı ve hedefli bir çalışmayla tüm güç ve olanaklarını bu hedef doğrultusunda seferber edeceklerdir.