Salgın sürecinde derinleşen ekonomik kriz, işçi ve emekçilerin yaşam koşullarını çekilmez hale getirdi. Sermayedarlar salgını fırsata çevirip çalışma yaşamında köleliği dayatırken, işçi sınıfı açlık ya da hastalık ikilemine sıkıştırıldı. Milyonlarca emekçi salgına rağmen çalışmak zorunda kaldı. Artan enflasyon karşısında ücretler iyice eridi ve alım gücü düştü.
Açlık sınırının 2 bin 681 TL’ye, yoksulluk sınırının 9 bin 274 TL’ye dayandığı günümüzde, milyonlarca işçi ve emekçi açlık sınırında ücret almaktadır. 14 milyon işçinin yüzde 43’ü asgari ücrete mahkumdur. Milyonlarca işçi de kayıt dışı çalıştırılmakta, asgari ücretten bile mahrum bırakılmaktadır. Sayıları 10 milyona dayanan işsizler ordusu, açlık girdabında umutsuzluğa doğru sürüklenmektedir. Genel-İş Sendikası’nın 2021 Ocak ayında açıkladığı rapora göre, yoksul sayısı son iki yılda yüzde 8,4 artmıştır. Salgın döneminde çalışan yoksul sayısı 7,7 milyonu geçmiştir. Halihazırda her 10 kişiden 7’si borçludur. Emekçiler temel ihtiyaçlarını dahi karşılayamaz hale gelmiştir.
AKP’nin işbaşına getirildiği ilk yıllar dış borçlanmanın görece kolay, kredi faizlerinin düşük olduğu yıllardı. İşçi ve emekçiler geçinebilmek için genellikle kredi kartı ve tüketici kredisi kullanmaya devam ettiler. 2009’a kadar bu borçlanmaların ödemesi asgari düzeyde gerçekleşiyordu. Ancak sonrasında ücretlerin erimesi, işsizliğin yükselmesi, ödenemeyen borçların artması gibi etkenler bankaların para musluklarını kapatmasına neden oldu. 2003’te toplam borçlanmalarda kredi kartı ve ihtiyaç kredisi borçları %13 düzeyinde iken, 2012’lerde %25’leri bulmuştu.
Rejim baskı ve zorbalıkla ayakta kalmaya çalışıyor
AKP iktidarı, pandemide 8 milyon aileye bir kereye mahsus 1000’er lira nakit destek vererek görüntüyü kurtarmaya çalıştı. Toplam 8 milyar TL tutarındaki bu yetersiz harcama dışında bir şey yapmadı. Fırsat bulduğu her durumda işsizlik fonundaki parayı kullandı. Ayrıca “Biz bize yeteriz” kampanyaları ile yoksul emekçilerden IBAN isteme yüzsüzlüğü sergiledi. Pandemide yoksul emekçileri kaderine terk eden saray rejimi, emekçilerin çığ gibi büyüyen yoksullaşmasını adeta yok sayarak, kendi bekasının derdine düştü.
Sermayedarların vurucu gücü AKP-MHP iktidarı, bir yanda bir avuç asalağın servetine servet katan politikaları hayata geçiriyor, diğer yandan da sefalet koşullarına karşı emekçilerin gösterdikleri tepkileri zorbalıkla bastırmaya çalışıyor. Tek gayesi ayakta kalmak olan gerici-faşist iktidar, ihtiyaçları doğrultusunda “milli ve yerli” safsatasını öne sürmekte, toplumu kutuplaştırmakta ve yarattığı gerilimden beslenmektedir. Toplumun gerçek gündemi salgın, yüksek enflasyon, işsizlik ve yoksullukken, AKP şefi Erdoğan’ın gündemi önümüzdeki seçimleri “kazasız belasız atlatarak” rejimin devam etmesini sağlamaktır. Yarattığı atmosfer nedeniyle kadınları, gençleri, Kürt halkını, işçi ve emekçileri karşısına alan sermaye diktatörü, gerici ve şoven tabanı bünyesinde toplamak için ince hesaplar peşinde koşmaktadır.
Benden sonrası tufan mantığı ile hareket eden Erdoğan, toplumu uçuruma doğru sürüklemeye devam etmektedir. Servet-sefalet uçurumu aşırı derecede büyümüş, emekçilerin durumu vahim hale gelmiş, orta sınıflar geçtikçe daha çok yoksulluğun pençesine düşmüştür.
Tablo yeterince karanlık değilmiş gibi, geçtiğimiz günlerde AKP şefi tarafından bir de “ekonomik reform” programı açıklandı. Program, yaşanmakta olan ekonomik krizin yükünü emekçilerin sırtına yıkmaya, sermaye sınıfını krizin yüklerinden kurtarmaya hizmet edecek bir dizi plandan oluşuyor. Erdoğan’ın açıkladığı pakette, Covid-19 salgını ile katmerlenen ekonomik krizde gelirini ve işini kaybeden emekçilere destek anlamında hiçbir şey yok ama sömürüyü ve güvencesizliği artıracak planlardan bolca var.
Yoksulluğun pençesinden kurtulmak için...
Türkiye’de tek adam yönetiminde işleyen kapitalist düzenin işçi ve emekçilere dayattığı açlık ve yoksulluk, gelinen yerde artık dayanılmaz boyutlardadır. Sermayedarların çıkarlarını esas alan ve zorbalıkla emekçilerin yaşamını cehenneme çeviren gerici-faşist rejim her yanıyla tehlike saçmaktadır.
Gerici-faşist zorbalık karşısında işçi ve emekçilerin örgütlenmek ve dişe diş mücadele etmekten başka bir seçenekleri yoktur. Bu mücadelesinin başarısı, en başta işçi sınıfının tutumuna bağlıdır. İşçi sınıfı bağımsız devrimci bir çizgide, “sınıfa karşı sınıf” tutumuyla hareket ederse, öteki toplumsal mücadele dinamiklerini de peşinden sürükleyebilir ve böylelikle birleşik, kitlesel, militan bir mücadelenin fitilini ateşlemiş olur. Dolayısıyla fabrikaların birer mücadele mevzisine dönüştürülmesi, söz, yetki, karar hakkının ele geçirilmesi ve fiili meşru mücadelenin esas alınması hayati önemdedir. İşçi sınıfı sendika bürokrasinin uzlaşmacı-ihanetçi çemberinden, reformistlerin ve düzen muhalefetinin döne döne düzene yedekleyen politik cenderesinden ancak bu sayede kurtulup, devrimci iktidar mücadelesini büyütebilecektir.