Çürümüş ve kokuşmaya yüz tutmuş kapitalist sistem, dünyanın birçok ülkesinde en gerici güçleri iktidara taşıyarak, yapısal krizini yönetmeye çalışmaktadır. Emperyalist-kapitalist ülkelerin burjuvazisi, insan hakları ve demokrasi gibi söylemleri ikiyüzlüce kullanıp yoksul ülkeleri yağmalayarak, bu ülkelerin daha da yoksullaşmalarına neden oluyor. Doğrudan egemen olduğu gelişmiş ülkelerde de işçi sınıfının, kadınların, gençlerin tarihsel kazanımlarını yok edecek politikaları hayata geçiriyor. Yanı sıra polis devleti uygulamalarıyla kitle eylemleri bastırılmaya çalışılıyor, temel hak ve özgürlükler peyderpey gasp ediliyor.
Emperyalizme göbekten bağlı olan Türkiye’de bu karanlık tablonun daha da vahim bir versiyonu hüküm sürüyor. ABD emperyalizminin proje partisi olarak iktidara taşınan AKP, 18 yılı aşkın bir süredir işçilere, emekçilere, kadınlara, gençlere kan kusturuyor. Kapitalizmin yarattığı krizin faturasını her fırsatta emekçilere ödeten AKP iktidarı, işçi ve emekçilerin her geçen gün daha da yoksullaşmasına neden oluyor. Bu tabloya son bir yıldır pandeminin ağır yükü de eklenince, toplum adeta nefes alamaz hale gelmiş bulunuyor.
Gerici-faşist iktidar kokuşmuş düzenin ömrünü uzatmak için, hak arama mücadelelerini sindirmek, muhalifleri yıldırmak hedefiyle hareket etmektedir. Bir yandan baskı ve zor aygıtlarını tahkim eden AKP-MHP gericiliği, kendisine biat etmeyen, hakkını arayan herkesi “terörist” ilan etmekte, toplumsal muhalefeti “azınlık bir grup” olarak yansıtıp, krimanilize etmeye çalışmaktadır. Tam anlamıyla zıvanadan çıkmış olan faşist iktidar, önüne gelen herkese iğrenç tehditler savurmakta, gece gündüz nefret söylemleri kusmaktadır.
Her fırsatta dini istismar ederek, emekçileri kendi ideolojisine yedeklemeye çalışan AKP iktidarı, Cuma namazı çıkışlarını birer nümayişe çeviriyor, ahlaki-kültürel çürümeye sürüklediği kitle tabanını kemikleştirmenin aracı olarak kullanıyor. Yaptığı törenlerle, kendisine biat etmeyen herkese gözdağı veriyor, hakaretler ve tehditler savuruyor. “Gücünü cihanı âleme” böyle göstermiş oluyor. Halkın dini duygularını istismar eden AKP gericiliği, “halinden memnun köleler” yaratmanın özgüveniyle, ülkede “huzur ve güven” varmış gibi bir algı yaratmaya çalışıyor. Hakkını arayan, itiraz eden, gerçeklerde ısrarcı olanlar ise “huzur ve güvenliği” bozdukları gerekçesiyle gerici-faşist iktidar tarafından “böcek gibi” ezilmesi gerekenler kategorisinde değerlendiriliyor.
Gezi sendromunu atlatamayan AKP iktidarı, toplumu kutuplaştırma siyasetiyle, kitlesel direnişlerin de önüne geçmeye çalışmaktadır. Bunun son örneği, Boğaziçi eylemlerine yönelik tutumudur. Kayyım rektörü istemeyen Boğaziçi öğrencilerinin sergilemiş oldukları direniş kısa sürede kendi dar sınırlarını aşmış, rejimin baskıcı tutumundan boğulan herkes tarafından sahiplenmiştir. Tıpkı Gezi Direnişinde olduğu gibi, meselenin “üç beş ağaç” olmadığını bilen faşist iktidar, Boğaziçi’nde de meselenin tek başına kayyım rektör Melih Bulu olmadığını çok iyi bilmektedir. Asıl mesele tek adam rejiminin dayatmalarını kabul etmemek ve gerici politikalara karşı ses yükseltmektir. Rejimin de her eyleme ve direnişe canhıraş şekilde saldırmasının arkasında yatan neden budur.
İşçi ve emekçiler artık bu tuzaklara düşmemeli!
Gerici-faşist iktidarın temsilcileri, saraylarda şatafatlı hayat sürerken, işçi ve emekçiler kuru ekmeğe muhtaç hale gelmiştir. İnsan onurunu zedeleyen davranışlar sergilemekten de geri durmayan bu zatı muhteremler, gerçekleştirdikleri her mitingde insanların üstüne “keyif çayı” atarak, adeta emekçilerin yoksulluklarıyla alay etmektedirler. Bu asalaklar, emekçilerin dini inançlarını sömürerek kendi sefil çıkarlarını korurken, emekçiler ise açlık sınırının altında hayatta kalma mücadelesi vermektedirler.
İşçi ve emekçiler, dini duyguları istismar ederek sömürüyü azgınca artıran din tüccarlarının tuzağına düşmemelidirler. Hırsızlığın, yağmanın, talanın, rüşvetin sistematik bir hal aldığı, baştan aşağı yozlaşmış rejimin karşısında saf tutmak işçi ve emekçilerin tek çıkar yoludur. Bu çürümüş ve kokuşmuş rejim, kendi bekası ve çıkarları için dinin istismar edilmesinden şoven propagandaya, baskıdan zulme kadar birçok şeyi hayata geçirmektedir.
İşçi ve emekçiler ancak kendi sınıfsal kimlikleriyle davrandıklarında rejimin kirli politikalarını durdurabilirler. Bugün Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinin haklı taleplerinin yanında yer almak da sınıfsal tutumun bir gereğidir. Keza işçi sınıfı ve emekçilerin çıkarları, pandemide “hakları bir türlü ödenmeyen” sağlık emekçilerin ya da yıllardır katliamlara uğrayan, yaşam hakları elinden alınmış Kürt halkının yanında yer almayı gerektirmektedir. Bir diğer deyişle, sömürücü kapitalist sisteme karşı birleşik, kitlesel ve militan direniş için toplumun sömürülen ve ezilen her kesiminin beraber mücadele etmesi yaşamsal bir öneme sahiptir.
N. Kaya