Sömürgeci Türk burjuvazisi, Kürt halkının temel ulusal taleplerini boğmak, bu uğurda verdikleri mücadeleyi ve iradeyi ezmek, dilini ve kültürünü, özetle ulus olarak Kürt halkını tarihe gömmek için yüz yıl boyunca denemediği vahşet bırakmadı. Soykırıma varan katliamlar, işkenceler, toplu sürgünler, kitlesel katliam ve tutuklamalar da dahil olmak üzere her türlü yol ve yöntem denendi. Ama her defasında Kürt sorunu ve Kürt halkının eşitlik ve özgürlük mücadelesi katlanarak büyüdü ve sermaye iktidarının kabusuna dönüştü. Türk sermaye devletinin tarihten günümüze kadar uyguladığı Kürt politikası çoktan iflas etmiş bulunuyor. Bu, elbette ki Kürt halkının acılar çekerek ve ağır bedeller ödeyerek yükselttiği mücadele ve mücadeleye önderlik eden ulusal demokratik Kürt hareketi sayesinde mümkün olmuştur.
Kürt halkının eşitlik ve özgürlük özlemini boğma ve onun varlığını inkar etme politikasının iflas etmesi, sömürgeci sermaye devletini yeni arayışlara yöneltti. Sermaye iktidarı aldatma ve oyalamaya dönük “müzekereler”den, “Kürt realitesini kabul ediyoruz”a, “Oslo Barışı”ndan “Kürt açılımı”na, “İmralı Süreci”nden kültürel kırıntılar vermeye kadar pek çok yol ve yöntem denedi. Bunlar sonuç vermeyince ulusal demokratik mücadeleyi ve Kürt ulusal hareketini ezme politikasına yeniden dönüş yapıldı içerde ve dışarda vahşet boyutlarında sürdürüldü. İktidar, gözü dönmüş bir şekilde ırkçı-şovenizmin dozajını sürekli yükseltti. Tüm bunlara rağmen, Kürt sorunu ve mücadelesi politik gündemin baş sıralarındaki yerini koruyor ve dinci-faşist iktidarın kâbusu olmaya devam ediyor. Bundan dolayı Kürtlere ait her şeye karşı büyük bir kin ve nefretle saldırıyor.
İktidar Kürtlerin demokratik taleplerini dile getirmelerine tahammül etmediği gibi şarkılarına, halaylarına ve renklerine bile düşmanca saldırıyor. Erdoğan iktidarı koşullarında özellikle de Kürtler söz konusu olunca ne anayasa ne hukuk ne yasa ne kural geçerli oluyor ve ne insani ne ahlaki bir değer tanınıyor. Mersin’de gençlerin çektiği bir halaya karşı başlatılan saldırganlığın farklı kentlere yayılarak bir “halay operasyonu” boyutuna ulaştırılması, bunun ibretlik örneğidir. Kürtlerin renkleri, şarkıları, halayları ve düğünleri bile iktidar tarafından “terör” kapsamına alınıyor. Kürtlerin gündelik yaşam kıyafetleri halay çekmeleri, zafer işareti yapmaları, Kürt kentlerinde yaya yollarındaki “Pêşî Peya/Önce Yaya” ve “Hêdî/Yavaş” uyarı yazıları vb. “terör suçu” sayılıp tutuklamalara ve işkencelere gerekçe yapılıyor. Şal takanlar tutuklanıyor, düğün konvoylarına cezalar kesiliyor. Cezaevi’nde, annesiyle birlikte kalan 3 yaşındaki Beritan Tosun’un sarı, yeşil, kırmızı renkli tokasına “ülkenin birliğini korumak” için el konuluyor vb. Bunları, DEM Parti’ye dönük operasyonlar tamamlıyor.
Bir zamanlar “Türkçenin yanı sıra başka dil ve lehçeleri öğrenme fırsatı verdik. Onlara radyo ve televizyon açtık. Kürtçe yasaklanmıştı, bugün Kürt vatandaşlarımız ve kardeşlerimiz Kürtçe her türlü siyasi propagandayı yapabilirler. Biz bu yolu açtık” demekle övünen Erdoğan, Kürt halkının ve onun dilinin baş düşmanlarından biridir. Yukarıda bir kısmına değindiğimiz iktidarın icraatları bunu kanıtlamaktadır. Nefret suçunun ilk kez kendi döneminde ceza mevzuatına girdiğini söylüyor. Ama toplumda Kürt halkına karşı gündelik olarak nefret tohumları ve ırkçılık ekiliyor. Erdoğan’ın dümeninde bulunduğu iktidar altında Kürt olmak nerdeyse suçlu olmak için yeterlidir. Dilini konuşan, renklerini giyen, şarkılarını söyleyen, poşusunu bağlayan, halayını çeken Kürtler Erdoğan zihniyetine göre “teröristtir”. Demek ki Erdoğan ve rejimi, Kürt halkının ve onun temel ulusal taleplerinin düşmanıdır.
İşçi sınıfı Kürt halkının yanında saf tutmalıdır
Bugün Türkiye burjuvazisinin Kürt ulusal hareketine ve halkına yönelik yürüttüğü çok yönlü saldırılara karşı, Türkiye işçi sınıfı Kürt halkının yanında olmalıdır. Kürt halkının sömürgeci burjuvaziye karşı yürüttüğü haklı mücadelesini bütün gücüyle desteklemek, sınıf bilinçli işçilerin görevidir. Türkiye işçi sınıfı ile Kürt emekçilerinin kaderi birdir. Çünkü Türkiye işçi sınıfını ücretli kölelik koşulları altında tutanla, Kürt halkını sömürgeci kölelik altında tutan sermaye devletidir. Dolaysıyla Türkiye işçi sınıfı ve Türkiye’nin emekçileri, Kürtlerin katliamına izin vermemelidir. Başta sınıf bilinçli işçiler olmak üzere Türkiye işçi sınıfı, Kürtlerin katledilmesinin karşısına dikilmediği sürece Türkiye burjuvazisinin suçuna dolaylı da olsa ortak olacaktır. İşçi sınıfı bu suç ortaklığını kabul etmemelidir.
Kürtlerin eşitlik ve özgürlük davasının haklılığını işçi ve emekçilere mal etmek, buna yönelik bir politik tutum alabilmeleri için geliştirmek temel önemde bir görevdir. Kuşkusuz bunun başarılması temelde devrimci bir sınıf hareketini geliştirmekle sıkı sıkıya bağlantılıdır. Dolaysıyla komünistler devrimci bir işçi sınıfı hareketi geliştirmek sorumluluğuyla karşı karşıyadırlar. Çünkü sermaye düzenine karşı en güçlü mücadele cephesini işçi sınıfı açabilir, Kürt hareketini ve halkını yalnızlıktan bu sınıfın bilinçli ve örgütlü eylemi kurtarabilir. Bu ise bugünkü koşullarda tümüyle sınıf bilinçli işçilerin ve devrimcilerin çabasına bağlıdır.
Sömürgeci devlete ve sermaye sınıfına karşı işçi sınıfı ile Kürt halkının kader ortaklığını bugün en iyi karşılayan slogan “Kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiçbirimiz”dir. Bunun için Türkiye işçi sınıfı Kürtlerin ulusal haklarını savunmalı, Kürt halkının yanında saf tutmalıdır. Kürt halkının eşitlik ve özgürlük mücadelesine gereken desteği vermek, burjuvazinin şoven kampanyasını göğüslemek, sınıfı ve emekçileri enternasyonalist bir bilinçle eğitmek, temel önemde devrimci bir sorumluluktur. Devrimciler bu sorumluklarına her zamankinden daha etkin ve karalı bir biçimde sahip çıkmak durumundadırlar.