Ekonomik-mali krizin etkileri toplumsal yaşamın bir dizi alanında ağırlaşarak devam ediyor. Öyle ki, emekçilerin büyük bir kesimi beslenme, barınma, ulaşım, sağlık hizmetleri, eğitim gibi temel ihtiyaçlarını karşılamakta dahi alabildiğine zorlanıyor.
Her birisi kendi içinde kriz dinamiğine dönüşmüş bulunan ve kapitalist sistemin yönetme kabiliyetini giderek yitirdiği bu sorunlar yumağı, her geçen gün sosyal bunalımın derinleşmesine yol açıyor.
***
Hayat pahalılığının görülmemiş boyutlara ulaştığı, enflasyon rakamlarının ise rekor üzerine rekor kırdığı günümüz Türkiye’sinde, işçi sınıfı ve emekçilerin ezici bir çoğunluğu açlık ve yoksulluk sınırının altında ücretlere çalıştırılıyor. Buna bir de kapitalist krizin ağırlaşan yükünün emekçilerin sırtına sistematik olarak yüklenmesi ekleniyor.
Emekçilerin eline geçen üç kuruş karşısında; yüksek enflasyon ve hayat pahalılığına endeksli olarak temel gıda maddelerinin sürekli zamlanması açlık ve yoksulluk sorununu, konut fiyatlarının ve kiralarının akıl dışı oranlarda artması ise barınma sorununu ciddi birer kriz dinamiğine dönüştürmüş durumda. Bu alandaki çarpık tablo, kaçınılmaz olarak işçi sınıfını ve emekçileri borçlanma batağına sürüklüyor. Toplumun önemli bir kesimi gündelik yaşamını bankalara borçlanarak sürdürmeye çalışıyor. Bankalardan alınan borçların ya da çekilen kredilerin nasıl döndürüleceği ise ayrı bir soru işareti. İcra mahkemelerindeki dosyaların kabarması, bu konuda yakın gelecekte çok daha ağır bir krizin yaşanacağının sinyallerini şimdiden vermiş bulunuyor.
Eğitim ve sağlık alanında yaşanan çöküntü, göçmen krizi, kadın sorunu, çevresel yıkım gibi sorunlar ise sosyal bunalımın derinleşmesini hızlandıran diğer etkenler olarak öne çıkıyor. Her yanından dökülen piyasacı eğitim sistemi, kriz ve hayat pahalılığı koşullarında ciddi bir sosyal soruna dönüşmüş durumda. Zira, işçi sınıfı ve emekçiler çocuklarının eğitim hakkından yararlanabilmesi için devasa bütçeler ayırmak zorundalar. Özel okullar bir yana, çocuklarının eğitim ihtiyacını devlet okulları üzerinden çözmek isteyen emekçiler dahi gelirlerinin önemli bir kesimini buna ayırmak durumundalar. Öte yandan, eğitim alanında yaşanan alt yapı sorunları ve verilen eğitimin gerici, anti-bilimsel içeriği düşünüldüğünde, sermaye düzeninin bayat ve niteliksiz bir “ürünü” alabildiğine yüksek fiyatlara emekçilere sattığı görülüyor.
Ayrıca, emekçilerin büyük bütçeler ayırıp eğitim için gerekli olan temel araç ve gereçleri satın alarak çocuklarını bir okula kaydettirmeleri de sorunu çözmüyor. Zira, eğitim hakkına erişmek için ulaşımdan barınmaya ve beslenmeye değin, bir dizi ihtiyacın karşılanması gerekiyor. Günümüz koşullarında kendisinin ve ailesinin temel gereksinimlerini dahi karşılamakta zorlanan işçi sınıfı ve emekçiler için, çocuklarının eğitim hakkını karşılamak giderek bir lükse dönüşmüş bulunuyor.
Sağlık alanında yaşananlar da eğitim sisteminden yansıyan çarpıklıklardan farklı değil. Pandemi süreci, piyasacı mantık üzerine kurulu olan kapitalist sağlık sisteminin nasıl bir çürüme yaşadığını gözler önüne sermişti. Gelinen yerde sağlık sistemi adeta bir kilitlenme yaşıyor. “Hastane önlerinde kuyruk kalmadı” zırvalığını diline dolayan rejim sözcüleri, aylarca telefon üzerinden randevu alamayan emekçilerle adeta dalga geçiyor. Zira, emekçiler hem pahalı hem de niteliksiz olan sağlığa erişmekte bile büyük güçlükler yaşıyor. Sağlık alanında çalışan emekçiler ise, piyasacı mantıkla işletilen sağlık merkezlerinde bin bir zorlukla yüz yüze bırakılmış durumda. Sonu gelmeyen şiddet olayları, performans dayatması, düşük ücretler, ağır çalışma koşulları, başta hekimler olmak üzere sağlık çalışanlarının en yakıcı sorunları olarak öne çıkıyor.
Sonbahar aylarında emekçilerin uykusunu kaçıran bir diğer sorun alanı ise, yaklaşan kışla birlikte yakıt ve enerji ihtiyaçlarının nasıl karşılanacağıdır. Zira, yaz aylarında elektriğe ve doğalgaza gelen fahiş zamlar en çok kendisini kış aylarında hissettirecektir. Beslenme ve barınma kadar yakıcı olan bu sorunun, önümüzdeki aylarda işçi sınıfı ve emekçilerin yaşamında çok daha ciddi sorunlar yaratacağı açıktır.
Tüm bu ekonomik-sosyal sorunlara eşlik eden toplumsal sorunlar da günbegün ağırlaşmaktadır. Kadına yönelik şiddet ve istismar olaylarının sonu gelmesi bir yana, AKP-MHP iktidarının gerici uygulamalarıyla kadın sorunu toplumsal yaşamın içerisinde öne çıkan bir kriz dinamiğine dönüşmüş bulunuyor. Öte yandan emperyalist savaş ve saldırganlığın tırmandığı günümüz dünyasında, göçmen krizi her geçen gün ağırlaşıyor. Rant ve yağma politikalarının bir sonucu olarak çevresel yıkım katliam boyutlarına ulaşmış durumda…
Özetle, günümüz Türkiye’sinde emekçilerin üzerine çöreklenen ekonomik-sosyal sorunlar ile her geçen gün ağırlaşan toplumsal sorunlar iç içe, birbirini etkileyerek ve birbirinden etkilenerek sosyal bunalımı derinleştirmeye devam ediyor.
***
Bu akıl dışı ve sürdürülebilir olması mümkün olmayan tablo, sadece Türkiye’de değil çok yönlü krizlerle boğuşan diğer kapitalist ülkede de toplumsal yaşam içerisinde ciddi basınçlar, patlama dinamikleri oluşturmuş durumda. Yakın dönemde Sri Lanka ve İran’da yaşanan gelişmeler, kapitalist krizlerin üst üste bindiği ülkelerde derinleşen sosyal bunalımların, sosyal patlamaları mayaladığını da gözler önüne sermiş oldu.
Dün Tunus’ta, ekonomik bunalımın ağır yükü altında ezilen bir gencin kendi bedenini tutuşturması, Tunus sokaklarını ateşe vermiş ve diğer Arap ülkelerinde halk isyanlarını tetiklemişti. Bugün de İran’da genç bir kadının “Ahlak Polisi” tarafından katledilmesi İran sokaklarını isyan ve öfke patlamasının arenasına çevirdi. Gerek Tunus’ta, gerek Mısır’da, gerekse Sri Lanka ve İran’da yaşananlar, kapitalist sistemin döne döne ürettiği krizlerin ve çok yönlü sorunların dolaysız sonuçlarıdır. Zira, kapitalist sistem küresel ölçekte ekonomik, mali, siyasi, kültürel ve toplumsal boyutları olan çok yönlü krizler içerisinde debelenmektedir. İşte bu çok yönlü ve katmanlı krizler toplum yaşamının derinliklerinde sosyal bunalımı ağırlaştırmakta ve alttan alta mücadele dinamiklerini olgunlaştırmaktadır.
Bu aynı olgu Türkiye kapitalizmi için de geçerlidir. Zira, Türkiye’de de kapitalist krizin tüm yükünü sırtlanmış bulunan işçi sınıfı ve emekçiler; hayat pahalılığı, düşük ücretler ve ağır çalışma koşulları karşısında adeta yaşam savaşı veriyorlar. Kriz koşullarının derinleştirdiği ekonomik-sosyal sorunların yanı sıra; hak arama mücadelesi veren emekçileri, Kürt halkını ve ilerici-devrimci güçleri hedef alan faşist baskı ve saldırılar, kadınlara dönük cinsiyetçi-ayrımcı politikalar, gençliğe dayatılan geleceksizlik, doğa ve yaşam alanlarının talanı, temel hakların gaspı vb. toplumsal sorunlar sosyal bunalımı derinleştiriyor, sosyal patlamaların nesnel koşullarını olgunlaştırıyor. Bu tablo karşısında sermaye düzeninin ve gerici-faşist rejimin elinde baskıyı arttırmak, üç günde balonu patlayan “projeler” servis etmek, emekçileri aldatmaya dönük kırıntı bir takım “destekler” sunmak ve seçim hesapları ile oyalamak dışında bir enstrüman bulunmuyor.
***
Günümüz Türkiye’sinde, işçi sınıfı saflarında yılın başında ivmelenen ve gelinen yerde lokal düzeyde kendisini ortaya koyan kıpırdanmalar, emekçilerin “geçinemiyoruz” şiarı ile yaptığı sokak eylemleri, gençlik içerisinde barınma sorunu üzerinden gelişen tepkiler, kadınların şiddet ve istismar saldırılarına karşı dinmek bilmeyen öfkesi, Kürt halkının kendisini hedef alan kapsamlı saldırılara rağmen kırılamayan iradesi; toplumsal yaşamın farklı mecralarında mayalanan mücadele dinamiklerinin dışavurumlarıdır.
Önümüzdeki süreçte bu öfkenin kendisine akacak kanallar yaratması, farklı alanlarda dışa vuran mücadele eğilimlerinin ve arayışlarının birleşik ve örgütlü bir direnişe dönmesi ve çok daha güçlü patlamaların önünü düzlemesi ise, toplumsal mücadele güçlerinin ve sınıf devrimcilerinin bugünden yapacağı çok yönlü, devrimci hazırlığa bağlıdır. Bu hazırlığın en temel halkasını ise, gelişme potansiyelleri artan toplumsal mücadelenin devrimci önderlik ihtiyacına yanıt verecek bir odağın yaratılması oluşturmaktadır.