Önümüzdeki pazar günü yapılacak İstanbul seçimleriyle bir perde nihayet kapanacak. Doğaldır ki sonraki ilk günlerde/haftalarda sonuçları üzerinden seçim gündemi yine ön planda kalacaktır. Fakat Türkiye’de sermaye düzeninin içinde debelendiği çok yönlü kriz koşullarında, işçi ve emekçilerin dikkatini gündemdeki yakıcı sorunlardan uzaklaştırmak artık pek de kolay olmayacak görünüyor.
Olağan 31 Mart Yerel Seçimleri olağanüstü sayılabilecek bir döneme denk gelmiş, sermaye düzenine ve gerici-faşist iktidara epeyce değerli aylar kazandırmıştı. Ekonomik krizin işten atmalar, işsizliğin rekor üstüne rekor kırması, enflasyonun artışı vb. gibi boğucu etkileriyle bunalan işçi ve emekçi kitlelerin dikkati, aylar öncesinden başlayarak 31 Mart Yerel Seçimlerine, “beka” yalanına, terör demagojisine odaklanmıştı.
Yalanın, ikiyüzlülüğün ve her türden rezilliğin bir kez daha zirve yaptığı ayların ardından sandıklara gidildi. Seçim sonuçları Erdoğan diktasının iç ve dış politikada yarattığı bataktan, izlediği siyaset tarzından geçmişten beri rahatsızlık duyan, her seçim sonrasında “restorasyon, normalleşme” arayışı depreşen düzenin geleneksel sahiplerini bir nebze memnun etti. Esasında her biri, yeri geldiğinde AKP şefinin azarlayarak hatırlattığı gibi, 17 yıllık AKP döneminde ekonomik olarak alabildiğine palazlanmanın ve semirmenin her daim memnuniyetini taşıyor, keyfini sürüyor. Tıpkı 7 Haziran 2015 seçimlerinde olduğu gibi 31 Mart seçimlerinde de sergiledikleri memnuniyet, AKP-Tayyip Erdoğan iktidarından vazgeçtiklerinin değil, onun şirazeden çıkmış dengesiz yönlerinin törpülenmesiyle AKP düzeninin sürdürülebilir kılınması istek ve beklentisinin bir ifadesidir yalnızca.
Öte yandan başta İstanbul olmak üzere büyük kentlerin kaybı AKP-Erdoğan iktidarına politik ve moral bir tokat oldu. AKP’nin buna nasıl tepki verdiği, yediği şamarın hazımsızlığıyla hangi kepazeliklere imza attığı biliniyor. Sonuçta İstanbul üzerinden ortaya çıkan gerilim, tıpkı Kürt kentlerinde sıradan bir iş olarak yapıldığı gibi, tüm burjuva hukuku ve düzen kurumları bir kez daha paçavraya çevrilerek, İstanbul Belediye Başkanlığı seçiminin iptaline vardırıldı. Keyfi ve açık bir darbe biçiminde vuku bulan bir zorbalıkla AKP-Erdoğan iktidarı yaklaşık ek 3 ay daha kazanmış oldu.
Bu, her şeyden önce İBB’deki 25 yıllık hırsızlık, yolsuzluk ve talanın üzerini örtmek, 31 Mart ertesinde telaşla başlanan arşiv-belge temizliğini tamamlamak için önemli bir fırsat sundu. Bundan daha az önemli olmamak üzere ikincisi de giderek ağırlaşan kriz gerçeğini ikinci plana itmenin olanağına dönüştü.
Oysa son dönemlerde açıklanan istatistikler işçi ve emekçi kitlelerin içine itildikleri perişanlığın günden güne ağırlaştığını tartışmasız bir şekilde göstermektedir. TÜİK’in nisan ayıyla ilgili açıkladığı sanayi üretimi verilerine göre, sanayideki daralma önceki yılın nisan ayına oranla %4, geçtiğimiz mart ayına oranla %1 şeklinde gerçekleşti. Gene aynı kurumun mart ayı işsizlik raporunda, işsizlik oranının bir yılda 4 puanlık (yüzde 41’lik) artışla %14,1’e çıktığı, işsiz sayısının 1 milyon 334 bin kişi artarak 4 milyon 544 bin kişiye ulaştığı açıklandı. Ekonomideki çöküşün bir diğer göstergesi ise konut satışlarında %30’u aşan azalma oldu. Keza ünlü bir kredi derecelendirme kuruluşunun, ilkin Türkiye’nin notunu teknik olarak “yatırım yapılamaz” seviyesinin bir altı olan “yüksek derecede spekülatif”e, ardından 18 Türk bankasının notunu “Zayıf-”den “Çok Zayıf+”ya düşürmesi de krizin ağırlık derecesini yansıtan gelişmelerdi.
Bunlara dış politika alanında Rusya’dan S-400 füze alımı ve ABD’nin de F-35 uçak projesini iptali üzerinden, ABD ve batılı emperyalistlerle yaşanan gerilimi eklemek gerek. Bu konudaki tüm aşağılamaların ve tehditlerin sineye çekilmesinin, AKP-MHP’nin “yerli ve milli” yalanına kanan yığınlarda kabul görmesi veya tepkiyle karşılanmamasında seçim gündeminin de kuşkusuz önemli bir payı var. Ne var ki gerek Suriye’deki tablo gerek Kürt sorunundaki gelişmeler gerekse de emperyalistlerle ilişkilerde girilen açmazlar, sermaye düzenini ve gerici-faşist iktidarı daha beter günlerin beklediğini gösteriyor. Bu, aynı zamanda, düzene karşı sınıf mücadelesi yükseltilmedikçe işçi sınıfına ve emekçi kitlelere daha ağır faturaların dayatılacağı anlamına geliyor.
Elbette İstanbul seçimi hasebiyle, kıdem tazminatının fona devri yoluyla gaspı, zorunlu BES vb. gibi ağır saldırılar içeren Yeni Ekonomi Programı olabildiğince gözlerden uzak tutulmaya çalışıldı. En azından sınıf ve emekçi kitlelere doğrudan saldırı hamleleri öne çıkarılmadı. Fakat bu dönemde işçi ve emekçilerin fatura ödemeye devam etmesine karşın sermayeye peşkeşler tüm hızıyla sürdü. Resmi Gazete’deki bir açıklamada nisan ayında 451 kurum ve kuruluşa, vergi ayrıcalıkları, sigorta primi karşılama gibi desteklerin olduğu 11,9 milyar lira tutarında teşvik belgesi verildiği ilan edildi.
Bu çarkın kolayca dönüp dönemeyeceği veya hangi biçimde döneceği konusunda İstanbul seçimi kritik bir önem kazanmış bulunuyor. Komünistlerin İstanbul seçiminin iptalinin hemen akabindeki açıklamalarında belirtildiği üzere, “Son yıllardaki şaibeli seçimlerle meşruiyet yönünden lekelenmiş bulunan ve yerel seçimlerde büyük kentlerin büyük bir bölümünü yitirerek önemli bir darbe alan AKP, yenilenecek İstanbul seçimlerini kazanarak tüm bunların politik ve moral yükünden bir dönem için kurtulmayı hedefliyor. Fakat tersinden, başvuracağı her türlü kirli yol ve yönteme rağmen kaybederse, iktidar meşruiyetini yitirmekle kalmayacak, yarattığı korku atmosferinde artık onarılması kolay olmayacak büyük gedikler açılacaktır. Böyle bir gelişmenin devrimci siyasal mücadele ve işçi sınıfı hareketinin seyri bakımından anlamı ve önemi yeterince açıktır.” (İstanbul seçimleri ve devrimci sınıf tutumu-TKİP, 8 Mayıs 2019)
AKP-MHP şeflerinin, iptal kararının ardından büyük bir heyecanla İstanbul’a kamp kuracaklarını açıklamaları ve seferberlik ilan etmeleri bunun açık bilincinde olduklarının ifadesiydi. Sonra 31 Mart seçimleri öncesindeki tutumları ve başka bazı etkenler daha soğukkanlı olarak masaya yatırılmış olmalı ki bundan vazgeçilmiş olduğu görüldü. Şüphesiz sanki o ilk heyecanla çığırtkanlık yapanlar kendileri değilmiş gibi perde gerisine çekilmelerinde, ne yapsalar da kaybedilme ihtimali büyük olan seçimin kişisel sorumluğundan kaçınmak da var. Fakat esas sorunun bu olmadığını bir buçuk aylık süreç gösteriyor.
AKP-MHP ittifakına kaybettiren unsurların başında “beka” sorunu ve terör demagojisi eşliğinde kullandıkları saldırgan dil geliyordu. Bu propaganda, saldırganlığın başlıca hedefi olan Kürt halk kitlelerinin özellikle 2015 yazından bu yana yaşadıkları katliam ve vahşete tepkiyi canlı kılan, dolayısıyla Kürtlerin genelde dinsel gerici akıma desteğini esirgemeyen muhafazakar kesiminin dahi tereddütlerini besleyen, mesafeye yol açan bir etkiye yol açtı. Üstüne ilerici Kürt hareketinin gerici-faşist blokun yenilgisinde kritik rol oynayan tutumu eklendi. Erdoğan ve Bahçeli ikilisine geçtiğimiz haftalar boyunca şaşırtıcı tutumlar aldıran etkenlerin bunlar olduğuna kuşku yoktur.
Bunun ne kadar işe yarayıp yaramadığını pazar akşamı görmüş olacağız. İşçi ve emekçilere her koşulda çok yönlü krizin faturasını ödetmek için bekleyen bir sınıf ve düzen olduğu, seçimlerin bunu hiçbir şekilde değiştirmeyeceği gerçeği bakidir. Fakat gerici-faşist iktidarın politik ve moral bir güçle sahneye döndüğü koşullarda sömürü ve kölelik zincirlerini kalınlaştırmak, faturayı hoyratça ödetmek işi daha kolay hale gelecektir. Komünistler bugüne kadar olduğu gibi seçimlerin ardından da gerici-faşist zorbalığa karşı mücadele görevlerine yüklenecek, sermaye düzeninin ve iktidarının dizginsiz hale geleceği açık olan saldırı dalgasını püskürtmek üzere, işçi ve emekçileri “sınıfa karşı sınıf” şiarı altında mücadeleye çağıracaklardır.