11 Eylül 2001’de ABD’deki Dünya Ticaret Merkezi’ni ve Pentagon’u hedef alan saldırıların 20. yılındayız. 11 Eylül’ü gerekçe gösteren ABD emperyalizmi “yıllara yayılacak savaşlar dizisini” ilan etmiş, ardından Afganistan işgalini başlatmıştı. Aradan geçen 20 yıllık süreçte ABD, sarsılan hegemonyasını sağlamlaştırmak için savaş ve saldırganlık politikalarını hayata geçirdi. TKİP VI. Kongresi Bildirgesi’nde “Dünyada durum” başlığı altında yapılan değerlendirme yaşanan bu sürece ışık tutmaktadır:
“Sistemin yapısal krizinin temel unsurlarından biri olan hegemonya bunalımı yeni gelişmelerle gitgide ağırlaşmaktadır. Sistemdeki hegemonya bunalımının en özgün yanı, ABD emperyalizminin hegemon konumunu artık eskisi gibi sürdüremez duruma düşmesi, fakat emperyalist dünyada hegemonyayı ondan koparıp almaya talip bir emperyalist gücün ise halen olmamasıdır. Bu özgün tarihi durumun ikili sonuçlarından ilki, herşeye rağmen en güçlü emperyalist devlet olan ABD emperyalizminin belirgin üstünlüklerine dayanarak ve hegemonyasını restore etmek üzere saldırgan bir politika izlemesidir. Öteki sonuç, buna direnen ve büyüyen güçlerine bağlı olarak kendilerine alan açılmasını isteyen emperyalist devletlerin bunu çok kutuplu dünya istemi olarak somutlamaları, buna uygun yeni ilişkiler ve ittifaklar geliştirmeleridir.”
Öncesi ve sonrasıyla 11 Eylül
20. yılına girdiğimiz 11 Eylül saldırısı, öncesi ve sonrasında yaşananlar, emperyalist sistemin çelişkilerinin keskinleştiği bir dönemden geçildiğini bir kez daha gözler önüne sermiştir.
Sistemin yapısal krizinin temel unsurlarından biri emperyalistler arası ilişkilerde yaşanan gerilimlerdir. Emperyalist güçlerin iç ilişkilerinde kızışan rekabet, yoğunlaşan nüfuz mücadeleleri, artan silahlanma yarışı, tırmandırılan militarizm, savaş ve saldırganlık ise bu olgunun güncel görünümleridir. Dünya genelinde emperyalistler arası hegemonya krizi derinleşirken, tek tek ülkelerde polis devletine geçiş hızlanmakta, savaş ve saldırganlık politikaları giderek yeni boyutlar kazanmaktadır.
“Militarizm, saldırganlık ve savaş, uluslararası ilişkilerde kendini dayatmanın, bölgesel engelleri aşmanın ve sorunları çözmenin, halklara ve ülkelere boyun eğdirmenin, rakipleri etkisizleştirmenin ya da hiç değilse zayıflatmanın, tüm bunların bir sonucu olarak emperyalist etki ve egemenlik sahasını genişletip pekiştirmenin bir aracı işlevi görüyor. Siyasal gericilik, bunun kurumlaşmış biçimi ve uygulama aracı olarak polis devleti, buna dayalı saldırı ve uygulamalar ise, benzer biçimde, aynı sonucu iç siyasal yaşamda sağlamaya yöneliktir. Krizin yükünü işçi sınıfına ve emekçilere ödetme politikaları olarak uzun yıllardır uygulanmakta olan neo liberal saldırılara, bundan böyle ve artık git gide daha büyük ölçekte, saldırganlığın ve savaşların faturasını aynı kesimlere ödetmek de eklenecektir. Sürmekte olan saldırıların yanı sıra bu yeni yükleri de emekçilere dayatmak ve buna karşı gösterilecek direnci kırmak ihtiyacı, emperyalist burjuvaziyi içerde denetimi güçlendirmek zorunluluğu ile yüz yüze bırakıyor. ‘Teröre karşı mücadele’ adına temel demokratik hak ve özgürlüklere yöneltilen sistematik saldırı bunun ifadesidir.” (H. Fırat, Dünya Ortadoğu Türkiye, Kriz, siyasal gericilik ve savaş..., 12 Ocak 2002, Eksen Yayıncılık, s.344)
Bunalımlar ve savaşlar dönemi
ABD emperyalizmi 11 Eylül saldırısını içerde polis devleti uygulamalarını, dışarıda ise dizginsiz saldırı ve savaş politikalarını hayata geçirmenin bahanesi olarak değerlendirmişti. ABD, Usame bin Ladin’i koruduğu için Taliban yönetimine savaş açtı. Bu durum, ABD’ye “terör” demagojisi ile Afganistan’a savaş ilan etme olanağı sağladı. Taliban devrildi ve Afganistan ABD işgali altına girdi.
Emperyalistler 11 Eylül saldırısını “tarihsel bir dönüm noktası” olarak tanımlamışlardı. ABD bu süreci “tarihi bir fırsat” olarak değerlendirdi. 11 Eylül’ün ardından yaşanan gelişmeler, yeni bir bunalımlar ve savaşlar dönemine girilmiş olduğu gerçeğine bir kez daha ayna tuttu. 11 Eylül öncesi ile sonrasındaki 20 yıllık süreçte dünyada yaşanan gelişmelere bakıldığında, bu olgu tüm açıklığıyla görülebiliyor.
“Kapitalist dünyanın çok yönlü bunalımını, yeni bir savaşlar dönemine giriş tamamlıyor. Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku’nun çöküşüyle birlikte artık ‘ebedi barış’ dönemi de gelmiş kabul ediliyordu. Ebedi sosyal barışla birlikte halklar arasında ‘ebedi barış’! Oysa bu aldatıcı söylemin yalnızca bir sene sonrasında Irak’a yönelik ilk emperyalist müdahale vardı. Emperyalizmin birinci Körfez Savaşı’ndan söz ediyorum. Ardından 1998 yılında NATO’nun Yugoslavya’ya karşı savaşı geldi. Buna paralel olarak emperyalist batı, 50. yılını da vesile ederek, Prag Zirvesi’nde NATO’yu dünya polisi ilan etti. Bunları 2001’de Afganistan ve 2003’te Irak savaşları izledi. Yakın zamanda ise Libya’ya yönelik bir emperyalist savaşla yüzyüze kaldık. Harekâtı NATO yürüttü. Böylece Kosova ve Afganistan’dan sonra bu kez Libya örneği üzerinden NATO’nun, bu emperyalist savaş makinasının yeni tarihi evredeki rolü yerli yerine oturmuş oldu. Şimdiyse gündemde Suriye’ye emperyalist müdahale var.” (H. Fırat, Tarihsel çağ ve tarihsel dönem)
***
11 Eylül saldırılarının 20. yılında Afganistan’da yaşananlar emperyalizmin savaş ve saldırı politikalarının sonuçlarını tüm yıkıcılığıyla ortaya sermektedir. 20 yıl önce 11 Eylül saldırılarını bahane eden ABD emperyalizmi Afganistan’ı işgal etmiş, 20 yıl sonra ise Afganistan’ı yine Taliban gericiliğine bırakıp çekilmiştir.
Aradan geçen 20 yıl, emperyalistler arası mücadelelerin sertleştiği bir sürece girildiğini pek çok gelişme üzerinden ortaya koymuştur. Bu süreçte özellikle ABD emperyalizminin oynadığı role ilişkin olarak TKİP VI. Kongre Bildirgesi’nin ilgili bölümü şu vurguları yapmaktadır:
“Hegemonik konumu geriye dönülmez biçimde sarsılmış bulunan ABD emperyalizmi, buna rağmen halen de sahip olduğu çok yönlü üstünlükleri kullanarak uluslararası ilişkileri sürekli biçimde germektedir. Silahlanma yarışını kışkırtmakta, çeşitli ülkelere ambargolar uygulamakta ve bunu tüm dünyaya dayatmakta, imzaladığı uluslararası antlaşmaları tek taraflı olarak iptal etmekte, yeni saldırılara ve işgallere girişmekte, askeri darbe de dahil çeşitli yöntemlere başvurarak iktidarlar değiştirmeye ve böylece ilgili ülkelere fiilen el koymaya yönelmektedir.”