11 Eylül’deki en çarpıcı detay, o gün tam olarak neler yaşandığına dair süregelen belirsizlikler olsa gerek. O güne dair paylaşılan bilgilerin çelişkili ve eksik olduğunu ifade etmek için komplo teorisi meraklısı olmak ya da birilerinin kulelere gizlice patlayıcılar yerleştirdiğini söylemek gerekmiyor.
Gizli bilgiler ifşa ediliyor
Tarihler 11 Eylül’ün yirminci yılını gösterdiğinde ABD Başkanı Joe Biden bir kararname imzaladı. Kararname, saldırıyı bizzat yaşayan ya da yakınlarını kaybeden insanların süregelen taleplerine cevaben geldi. İnsanlar saldırılar ile Suudi Kraliyeti arasındaki ilişkilerin araştırılmasını istedi. Fakat önceki yönetimler bu bağlantıların gizli kalması için büyük çaba sarf etti. Biden’ın kararnamesi “Amerikan halkı devletin bu saldırılar hakkında sahip olduğu bilgileri öğrenmeyi hak ediyor” diyor ve Adalet Bakanlığı, CIA, FBI ve diğer kurumların sahip olduğu bilgilerin üzerindeki gizlilik kararının ulusal çıkarlar adına kaldırılmasını içeriyor.
O gün uçakları kaçıran 19 kişiden 15’inin Suudi Arabistan vatandaşı olduğunu biliyoruz. Dönemin El Kaide lideri Usame Bin Ladin de Suudi vatandaşıydı ve ABD’nin Afganistan’da 1980’li yıllardan beri yürüttüğü vekâlet savaşında eski bir müttefikti. Suudi yetkililer, diplomatlar ve istihbarat çalışanlarının da uçakları kaçıranlarla finansal ilişkileri vardı. Bu kişiler uçuş kursları almış ve hatta ABD’deki barınmaları bile Suudi devlet yetkilileri tarafından sağlanmıştı.
Suudi ilişkileri ortaya çıkmalı
Suudi bağlantısı hassas bir konu çünkü ABD emperyalizminin Arap dünyasındaki müttefikine dokunmakla kalmıyor, Suudi ve ABD istihbarat ajansları arasındaki yakın ilişki deşifre oldukça insanlar CIA ve FBI takibindeki bu kişilerin nasıl olup da zamanında yakalanamadığını merak ediyor. Olaylar ABD tarihinin en büyük ‘istihbarat hatası’ olarak tarif edilirken nasıl oluyor da teröristlere vize verenlerden, CIA’in başındaki yöneticilere kadar tüm sorumluların cezasız kalması mümkün oluyor, merak konusu.
Neresinden bakarsak bakalım, 11 Eylül saldırıları ABD emperyalizminin değirmenine su taşıdı. ABD yönetici sınıfı, Sovyetlerin 1991 yılında dağılması ile rakipsiz kalan askeri gücü, ABD’nin küresel hegemonyasını güçlendirmek ve küresel siyaseti baştan tasarlamak için kullanabilecekleri kanaatindeydi. 11 Eylül savaş nedeni olarak kullanılmakla kalmadı, ülke içindeki savaş karşıtlarını susturmak için de araçsallaştırıldı. Medya kendine düşen rolü oynadı ve sürekli yeni terör saldırıları risklerine işaret ederek korku iklimi yarattı.
Hegemonya savaşı ve sonsuz saldırı
ABD, Afganistan’ı haftalar içinde işgal etti ve ülke halkının tepesine tonlarca bomba yağdırdı. Terör saldırıları üzerinden henüz bir buçuk yıl geçmişti ki Irak’ta ikinci bir savaş başlatıldı. ‘Kitlesel imha silahları’ yalanı ve Saddam Hüseyin ile El Kaide arasındaki hayali bağlantılar üzerinden ülke işgal edildi. Savaşların amacı ABD halkını terörizmden korumak değil, Basra Körfezi’nde ve Orta Asya’da petrol üreticisi pozisyonunda bulunan ülkeler üzerinde hegemonya kurmaktı.
Saldırıların hemen akabinde ABD kongresinde oy birliğiyle onaylanan tezkere, ABD’nin ulusal güvenlik ya da iktisadi çıkarlarına tehdit olduğu düşünülen ülkelere yönelik ‘önleyici askeri harekatlar’ düzenleme yetkisini ABD Başkanı’na teslim ediyordu. ABD halkı bu konuda söz sahibi olmayacaktı.
Libya ve Suriye: Bitmeyen işgaller
Obama yönetimi Libya ve Suriye’de de yeni savaşlar başlattı ve ‘terörle küresel mücadele’ söylemi hepten saçma bir hal aldı. El Kaide ile ilintili milis kuvvetler bu ülkelerde ABD’nin çıkarları için savaşan maşalar haline gelmişti. 11 Eylül aynı zamanda demokratik haklara yönelik derinlemesine saldırıların gerekçesi oldu. Ülke içinde tüm nüfus takibe alındı, izinsiz arama yetkileri genişletildi, keyfi tutuklamalara imkan tanındı ve Guantanamo ve Ebu Gureyb merkezlerindeki korkunç işkence uygulamalarına imza atıldı.
Obama yönetimi döneminde kurumsallaştırılmış suikast uygulamaları devlet politikası haline geldi. Dünyanın herhangi noktasında, herhangi bir gerekçe sunulmaksızın yargısız infazlar yapıldı. Siviller de dahil olmak üzere binlerce insan bu saldırılar neticesinde öldürüldü. Terörle mücadele gerekçesiyle meşruiyet bulan polis devleti, ABD tarihinin en büyük toplumsal adaletsizliklerini yarattı ve demokratik yönetim biçimleriyle tamamen tutarsız bir hal aldı.
20 senelik kesintisiz savaşın neticeleri ne oldu? Afganistan, Irak, Libya, Suriye ve Yemen gibi ülkelerde 2 milyona yakın insan yaşamını yitirdi. Milyonlarca insan yararlandı. Savaşların parçaladığı ülkelerde onlarca milyon insan mülteci konumuna düştü.
Günlük maliyet 300 milyon dolar
Savaşların ekonomik maliyeti ise baş döndürücü. 30 Ağustos günü ABD’nin Afganistan işgalinin sona erdiğini duyuran Başkan Joe Biden, “ABD halkına karşı dürüst olmanın zararı geldi” dedi ve üstü kapalı bir şekilde de olsa ABD halkının savaş çıkarları için yalanlara boğulduğunu itiraf etti. Son yirmi yıldır yalnızca Afganistan’daki savaşın maliyetinin günlük 300 milyon dolar olduğunu söyledi.
ABD emperyalizmi son 20 yıldır sürdürdüğü savaşlardan ne kazandı? Hedeflerine ulaşmadığı kesin. Toplumların kökünü kazımayı başardıysa da saldırdığı hiçbir ülkede yaşayabilen ‘kukla rejimler’ kurmayı başaramadı. Taliban, Kabil’i işgal ederken ABD’nin Afganistan’daki çekilmesi utanç verici bir hezimet daha yaşandığının kanıtı oldu ve on yıllardır peşinde koşulan küresel strateji büyük hasar aldı. ABD yönetici sınıfının Kabil tahliyesine dair histerik tepkilerini de bu açıdan okumak gerek.
Tarihi nitelikteki utanç tablosu askeri hesap hatalarıyla ya da istihbarat başarısızlıklarıyla açıklanamaz. Daha ziyade, ABD kapitalist sisteminin içinde bulunduğu ekonomik ve toplumsal krizin ifadesi olarak anlaşılmalı.
İktidar kavgası ve can kayıpları
ABD’nin ‘terörle mücadele’ kampanyasının toplumsal ve siyasi mirası oldukça derine iniyor. Yalanlar üzerine kurulu savaşlar ABD toplumunun tüm kurumlarını lekeledi ve itibarsızlaştırdı. Demokrat Parti, Cumhuriyetçi Parti, Kongre ve medya kuruluşları ve savaşlardan kazanç sağlayan siyasi elitler de yaratılan hasardan nasibini aldı. Yapılanlara kılıf uyduran akademisyenler ve sözde solcu orta sınıf mensupları da es geçilmemeli.
ABD emperyalizminin 20 yıllık savaş politikasının çöküşü, ülke içinde cinayet niteliğinde sonuçlar doğuran salgınla mücadele yöntemleriyle aynı zamana denk geldi. Kazanç hırsıyla sağlık hizmetlerinin altının oyulması neticesinde yüz binlerce önlenebilir ölüm yaşandı. ABD’nin iktidar sınıfı için ABD vatandaşların yaşamı, Irak ve Afganistan halklarının yaşamları kadar değersiz.
Üçüncü dünya savaşı olası mı?
Terörle mücadele politikalarının çizdiği utanç tablosu ABD militarizminin ölümü anlamına gelmiyor. Biden’ın ifadeleri açıkça gösterdi ki Afganistan’ın tahliyesi, odağı Pentagon’un ‘stratejik rakipler’ olarak tarif ettiği Çin ve Rusya gibi ülkelere çevirme çabası. Diğer bir deyişle, üçüncü dünya savaşı tehlikesi artıyor.
Mevcut koşullarda en büyük önceliğimiz savaş karşıtı toplumsal hareketleri güçlendirmek olmalı. Son 20 yıldan çıkaracağımız en önemli ders, bu tür toplumsal hareketlerin Demokrat Parti’ye ya da diğer mevcut kurumlara bel bağlayamayacağı. Hareketin kökleri işçi sınıfına uzanmalı ve sosyalizm mücadelesi için ülke sınırları aşılmalı.
World Socialist Web Site'dan çeviren Fatih Kıyman
Kaynak: BirGün