Prof. Dr. Korkut Boratav’la NATO’nun kuruluşunun yıldönümünde ABD emperyalizminin yönelimlerini, Biden’la başlayan yeni dönemin eğilimlerini, Türkiye’nin bağımlılık ilişkilerinin güncel görünümleri üzerine konuştuk. İyi pazarlar!
Biden'ın seçilmesinin, ABD’de neo-faşist yükselişe son veren bir yeni dönemi başlatacağı; sadece ABD’de değil, küresel olarak da liberal restorasyon kapısının da aralanacağı ileri sürüldü. Sizin değerlendirmeniz nedir?
Joe Biden, Demokrat Parti’nin (DP’nin) sağ kanadında yer alan kıdemli bir siyasetçidir. Son seçim kampanyasında dev şirketlerden aldığı bağışlar, Trump’ınkileri fazlasıyla aştı. Başkanlık ön seçimlerini bir süre önde götüren sosyalist Bernie Sanders’a karşı Wall Street’in desteklediği aday Biden oldu; tökezleseydi milyarder Bloomberg yedekteydi. Kısacası, Biden, ABD egemen sınıflarının bir temsilcisidir ve bu blok 2020’de onu yeğledi.
Öte yandan 2008 krizini izleyen gelişimler, DP’nin iç dengelerini belirgin boyutlarda sola çekti. Bu parti, temel çizgisi ile büyük sermayenin partisidir; ama Avrupa’nın neoliberalizmle barışık sosyal demokrasi akımını andıran bir sol kanadı da vardır. Barack Obama’nın 2008’de başkanlığı kazanmasına, seçim arifesinde yükselen Wall Street’i İşgal protestoları da bir ivme sağlamıştı. Bu eylemler, “Yüzde 1’lik bir azınlığın ABD ekonomisini ve toplumunu tutsak aldığı” tespitine dayanıyordu; açık-seçik sınıfsal bir tepkiydi.
Bu yöneliş, sonraki yıllarda da ABD siyasetini etkiledi. Bernie Sanders’ın DP içinde temsil ettiği “Amerika’nın Demokrat Sosyalistleri” hareketinin beş üyesi bugün ABD Kongresi’nde temsil edilmektedir. Bu partiye katılmayan ve “ilerici” nitelendirilen temsilcilerin sayısı birkaç kat daha fazladır.
Siyasal eğilimleri ve ideolojik kimliği açısından açıkça faşist olan; ırkçı-gerici, anti-sosyalist özelliklerini dört yıl boyunca ABD siyasetine de taşıyan Trump’ın seçim yenilgisine DP’nin solcu tabanı önemli katkı yaptı. Biden bunun fakındadır. Seçim programının ekonomiye ve iç siyasete dönük öğelerinde, solcuların talepleri belli ölçülerde dikkate alındı. Trump’ın seçimde ve “sivil darbe” girişimindeki yenilgileri ABD’de anti-faşist akımların, en geniş anlamda solun zaferi olarak da görüldü.
Bu “sol dalga”, Biden’ın iç siyasetteki yönelişlerini şimdiden etkilemektedir. Martta Kongre’den geçirilen American Rescue Plan başlıklı yasa dikkat çekici bir örnektir: Federal bütçeden 1,9 trilyonluk ek harcama içeren bir “kurtarma planı”… Önemli bölümleri yoksul, emekçi sınıf ve katmanlara doğrudan nakit aktarımlardan oluşuyor. Neoliberal “malî disiplin” ilkelerini tümüyle terk eden; sol Keynes’gil, bölüşümcü bir açık-bütçe uygulamasıdır. Kapitalizmin tarihinde benzerine ender rastlanan boyuttadır; ABD millî gelirinin yüzde 9’unu aşmıştır.
Biden, ilaveten iddialı bir altyapı yatırım programını sahiplenmiştir. Kongre’nin sosyalist üyelerince önerilen, F.D. Roosevelt’in “New Deal” programını “Yeşil” doğrultuda geliştirme tasarımının hayata geçirileceği beklentileri beslenmiştir.
Bu olgu, Türkiye solunda da (örneğin Ergin Yıldızoğlu arkadaşımızda) “dünyada neoliberalizmin sonu mu?” beklentisine yol açtı. Yanıltıcı bir beklenti… Ocak 2021’de IMF ve Dünya Bankası’nın ortak toplantısında, “neoliberal malî disiplin” ilkelerinin ABD ve diğer “merkez” ekonomilerinde askıya alınması açıkça savunuldu; belgelendi. Ama dikkat ediniz, “Güney” coğrafyası açıkça dışlanarak… Örneğin aynı tarihlerde Arjantin ve Ekvador ile sürdürdüğü kredi görüşmelerinde IMF, kamu maliyesinde katı kemer sıkma önlemlerinde ısrar etmekteydi.
ABD’ye dönelim. Biden’ın zaferinin anti-faşist bir kazanım olarak değerlendirilmesine iki parantez açmak gerekiyor. Birinci olarak, Amerikan faşizmi Cumhuriyetçi Parti saflarında kök salmış durumdadır; Trump seçmenlerinin dörtte üçü hâlâ “seçimlerin çalındığını” düşünmektedir; Trump’ın dönüşü veya yeni bir faşist liderin beklentisi içindedir. İkinci olarak, Biden’ın sola dönük politikaları iç siyasetle sınırlıdır. Dış siyasete ABD emperyalizminin öncelikleri egemendir.
Biden’ın seçilmesinin ardından, ABD'nin dışa dönük yönelimleri de belirginleşmeye başladı. Avrupa ve NATO'yu daha çok öne çıkararak, özellikle de Rusya'yı hedef tahtasına yerleştiren açıklamalar yaptı. Öte yandan Çin’e karşı Trump’ın başlattığı, uzlaşmasız soğuk savaş söylemi sürdürülüyor. Bunların anlamı ne, ABD şimdi nasıl bir dış siyaset izleyecek görünüyor?
Son elli yıldaki siciline göre DP, “ABD emperyalizminin savaş partisi”dir. Trump’ın NATO bağlantılarını zayıflattığı; en azından söylem düzleminde “ABD’nin sonu gelmeyen savaşları”na karşı çıktığı unutulmamalı. DP’nin sol kanadı ise, Clinton döneminden miras kalan “insan hakları emperyalizmi” söyleminin tutsağıdır; Rusya ve Çin karşıtlığında hemfikirdir.
Biden yönetiminin oluşumunda Dışişleri ve Güvenlik alanlarında emperyalist saldırganlığın “şahin” temsilcileri bu nedenle öne çıktı. Dışişleri Bakanı Antony Blinden, Trump’ın başlattığı; Çin Komünist Partisi’ni ideolojik olarak hedef alan soğuk savaş söylemini olduğu gibi devraldı; 19 Mart’ta Alaska’daki ABD-Çin toplantısında aleniyete döktü. ÇKP Politbüro üyesi Yang ise aynı toplantıda Blinden’ı “Artık güçlü konumda değilsiniz; bize hitap ederken bu durumu dikkate alın” diye uyardı.
Bu toplantı sonrasında Başkan Biden, “Çin’in en güçlü ülke olmasına izin verilmeyeceği” mesajı içeren bir demeç verdi. Dünya sisteminin hegemonya mücadelesi gündemdedir. Çin, ABD hegemonyasını reddettiğini; Amerikan toplumunun bu konuma layık olmadığını açıkça ifade etmektedir. Mücadelenin soğuk savaş sınırlarını aşmayacağını umut edelim.
ABD'nin bir dönem BOP üzerinden şekillenen Ortadoğu politikasında, AKP ve siyasal İslamcı güçler önemli bir yer tutuyordu. Bugün, siyasal İslam'ın hem ülkemiz hem de bölgedeki durumu ve bu bağlamda emperyalizmle ilişkisinde gelinen aşamayı nasıl değerlendirirsiniz?
ABD, NATO aracılığıyla, Trump’ın zedelediği Batı ittifakının liderliğini üstlenme girişimi içindedir. Almanya ve Fransa’nın tam desteğini henüz sağlayamamıştır. Türkiye’ye karşı S-400’lerle ilgili tepki sürmektedir; ama Blinden, “Türkiye’nin Batı ittifakından uzaklaşmaması gözetilmelidir” önceliğini ifade etmiştir.
Bu yöneliş, AKP iktidarını ihtiyatlı bir çizgiye yönlendirmektedir. ABD Kongresi’nin Türkiye’ye karşı kararlaştırdığı (ve uygulanma aşamaları Başkan tarafından belirlenecek olan) “CAATSA yaptırımları” askıda tutulmaktadır.
Hatırlamak gerekiyor ki, ABD’nin “insan hakları emperyalizmi” selektiftir. ABD emperyalizminin hasım gördüğü ülkelerle sınırlıdır. Rusya ve Çin’e dönük yaptırımlar bir yana, bu ölçüt, esas olarak Güney coğrafyasının “aykırı” ülkelerini hedef alır; bir bölümü kanlı “rejim değiştirme operasyonlarının, diğer bölümü korona salgını ortamında insanî trajedilere yol açan ağır ekonomik yaptırımların kurbanları… Örnekler ortada: Suriye, Venezuela, Küba, Nikaragua, İran, Kuzey Kore… Biden’ın bu ülkelere karşı Trump’ın çizgisini izleyeceği ortaya çıktı.
Trump, çeşitli coğrafyalarda, Brezilya, Türkiye, Britanya ve Hindistan’da iktidarda olan diğer neo-faşist liderlerle yakın, çoğu kez kişisel ilişkiler kurmuştu. Yenilgisi, bu ülkelerdeki liberal muhalif akımlar tarafından da olumlu karşılandı. Biden yönetimi bu konuda hayal kırıklığı yaratacaktır. “İnsan hakları” ölçütü bu neo-faşist rejimlere ve ayrıca demokrasi karnesi tümüyle arızalı Körfez rejimlerine karşı uygulanmayacaktır.
Emperyalist sistemde yönetim değişikliklerinden demokrasi uman liberal çevreler yanılıyor. Dışişleri sözcülerinin veya AB raporlarının Türkiye’ye dönük demokrasi eleştirileri semboliktir; belgelerde gömülü kalmaya mahkûmdur.
Emperyalizmin açık askeri varlığı, dış politika ve iç siyasete görünen etkilerinin ötesinde ekonomik anlamda, Türkiye'nin bağımlılık ilişkilerinin güncel görünümü nasıl şekilleniyor? Bugün ekonominin yönetiminde bir ileri bir geri politikaları sürüyor... Sistem içi muhalefet ise çözüm olarak daha çok yabancı sermaye için huzur ve güven ortamını öne çıkartıyor. Sizce, çözüm nerede aranmalı?
Emperyalizmin “Güney” ekonomileri üzerindeki hegemonyası günümüzde uluslararası finans kapital aracılığıyla işliyor. AKP iktidarına göz atalım. 2013 sonuna kadar ekonominin yönetimini tümüyle neoliberal reçetelere teslim etti. Sermaye hareketlerinin canlı ortamından yararlanarak yüksekçe (yüzde 4,5’lik) bir büyüme temposu gerçekleştirdi; ama ağır bir ekonomik bağımlılık cenderesine sürüklenerek: Kronik, yüksek dış açıklar; artan dış borçluluk ve dinamizmini yitiren, ithalata bağımlı bir sanayi…
Finans kapitalin Türkiye ekonomisi üzerindeki denetimi neoliberal modelin ana kuralları ile sağlanmıştır. Hatırlatayım: Serbest sermaye hareketleri sürdürülecek; özerk merkez bankası sıkı para politikası (enflasyonu aşan faiz) uygulayacak; döviz kurları ise piyasaya bırakılacak, dalgalı seyredecektir… Sermaye hareketleri 2015’ten itibaren yavaşlayınca bu reçete Türkiye ekonomisini durgunlaşmaya sürükledi. İktidarını baskıcı yöntemlerle korumaya çabalayan AKP, durgunluğu göze alamıyordu. “Yüksek faizlere” savaş açtı; neoliberal reçeteyi ihlal etmeye başladı. Karşılığında finans kapital 2018-2020 arasında iki döviz krizi yaratarak Türkiye “cezalandırıldı”. Her döviz krizi, AKP’yi “hizaya getirdi”.
20 Mart’ta TCMB Başkanı’nın görevden alınması üçüncü döviz krizini yaratmaktadır. Saray, siyasette sıkışmıştır; iktidarı koruma mücadelesi içindedir. “Meşruiyet görünümü”nü çiğnemeyi de göze alarak 2017’deki gibi hızla “atı alıp Üsküdar’ı geçmek” çabası içindedir. Yeni döviz krizi içinde ve korona salgınının da ağırlaştırdığı toplumsal bunalım ortamında fazla zamanı kalmamıştır.
Finans kapitalin egemenliği kabul edilirse, Saray’ın Merkez Bankası operasyonu, “ağır bir ekonomik hata” görülecektir. Sol iktisatçılar, elbette bu tespiti yapmaktadır. Ama kendi aramızda “finans kapitalin egemenliğinden çıkış” seçeneklerini de tartışıyoruz. “Çıkış”ın ilk adımı sermaye hareketlerinin sınırlanması olacak; boyutları, yöntemleri ve sınıfsal yansımaları gündeme gelecektir.
Böyle bir seçeneği tartışmak, iktidarın sınıfsal bileşimini, sınıfsal ittifakları gündeme getirir. Bu gündemi tahayyül etmeyi dahi reddeden geleneksel iktisatçılar ve düzen partileri bu tartışmanın dışında kalacaktır.
BirGün / 04.04.21