Geceyle batmayan güneşe.. - M. Altıntaş

  • Haber
  • |
  • Güncel
  • |
  • 25 Eylül 2014
  • 23:25

Seni anlatmaya başlamak için ilk karşılaşmamıza gitmek gerekiyor herhalde...

İlk tanıştığımız zamanı hatırlıyorum. Yanımdaki yoldaş, “yoldaşın saçları biraz uzundur, sence sakıncası yok değil mi?”, demesiyle gülümsemiştim. Bunun ne önemi vardı ki. Seni tanımaya başladığımda, farklılığın fiziki değil düşünsel olduğunu anlamaya başladım. Teorik-ideolojik üstünlüğünün yanı sıra yaşam olarak da farklılığın seziliyordu.

Seni daha iyi tanıyabilmek için daha geçmişe gitmek gerekiyordu. İlkokuldayken okumaya olan özleminle anlatmaya başladın geçmişini. Ordu mensubu bir aile, onun yine ordu mensuplarından ibaret dar burjuva çevresi, o ortamın yarattığı can sıkıntısı, ve yalnızlığın(217)okuma eğilimine, sonrasında tutkusuna dönüşmesi... Sana bisiklet alalım dediklerinde yerine ansiklopedi istemeni ve içindeki bilgileri ezberlemeni, 39 derece ateşli halinle bile okula gitmeni, aynı evrede annenin çalıştığı hastanedeki doktorları satrançta yenmeni, 11 yaşında iken bir grup arkadaşınla beraber büyüdüğünüzde her birinizin bir bakanlığı ele geçirip ülkeyi yönetme ütopyalarınızı, etrafındakilerin bu kadar farklı olan bir çocuğu kimin etkilediğini araştırma çabalarını (ailenin öğretmenlere, öğretmenlerin aileye aynı soruyu sormalarını), 13 yaşındayken ansiklopedide gördüğün “komünizm”in ne kadar güzel bir şey olduğu fikrine varmanı, komünizme varabilmek için bilimin gelişebilmesi amacıyla bilim adamı olma gerekliliğini düşünmeni, ancak bir buluş yapıldığında devletin bunu engelleyebileceği gerçeğinden yola çıkarak öncelikle devlet mekanizmasını ortadan kaldırmak, bunun için de komünist kadro olmak gerektiğine inanmanı, Gaziantep gibi okuduğun dar çevrede sınıftakileri Allah’ın olmadığına dair ikna çabalarını, edebiyat dersinde istenen kısa bir yıllık ödevinin Türkiye ekonomisi tezlerine dönüştürülmesi karşısında öğretmeninin düştüğü şaşkınlığı, 17 yaşında “sosyalist devrim”de karar kılmanı... anlatırdın.

Senin için üniversite ve İstanbul’a gelişin hiç de tesadüf değildi. Üniversitenin kendisi de, şehir de özel tercihindi. Çünkü İstanbul devrimin beyniydi ve sen merkezinde olmalıydın yaşamın. Ve aynı dönemde Yıldız Teknik Üniversitesi en hareketli üniversitelerden birisiydi. Üniversiteye başladığın dönemde mücadele senin için temeldi ve örgütlü olmasan bile en ileri olan gençlik örgütüyle birlikte mücadele etmeliydin. Bu da doğal olarak TÖDEF’di. Ortak mücadele etmek adına(218)onca çaba sarfedilmesine rağmen ideolojik ayrımlar belirginleşince, TÖDEF’le aranda mesafeler oluşmaya başladı. Ve bu evrede tesadüfen Eksen Yayıncılık’a ait kitapları gördüğünde, o güne kadar savunduklarınla okuduklarının çakışması seni bir hayli mutlu etmişti. Yapılması gereken tek şey örgüte ulaşmaktı... Okulunda EGK afişini yapanları 5 dakika gecikmeyle kaçırmış olmaktan büyük bir üzüntü duymuş, fakat sonunda örgüte ulaşmayı başarmıştın.

Politik olarak hiçbir şey almamış bir insanla uğraşmak, yarım-yanlış bilgi alanlarla uğraşmaktan daha kolaydır, derdin. Bu doğrultuda okulun ilk açıldığı günden itibaren kendi sınıfındaki insanlarla uğraşmaya başladın. Liseyi yeni bitirmiş, makine mühendisi olma sevdasındaki çocuklar, ilk gün birbirlerine okuldan ve gelecekten ne beklediklerini soruyorlar. Sana döndüklerinde, “ben bu devleti yıkmak için buraya geldim" yanıtıyla karşılaşıyorlar ve korkudan hepsi yanından uzaklaşıyorlar. Ama bir süre sonra senin yanından hiç ayrılmayıp, diğer devrimcilerin de ifade edeceği gibi, “Ümit ve saz ekibini” oluşturuyorlar.

Belki de Yıldız Teknik öğrencileri seni en fazla “Anti-profesyonel” ile hatırlayacaklar. Bir grup arkadaşının kültür-sanat dergisi uğraşına girmesi, senin için müdahale vesilesi olmuştu. Kültür-sanat yetmezdi, politika şarttı. Sonrasında alanı genişletilmiş bir dergi fikri çıktı ortaya. İsmi de bulundu senin tarafından; “Anti-profesyonel”. Bu, herşeyin profesyonelleştirildiği ölüm ve meta düzenine karşı olmak anlamına geliyordu. Altına bir de not düşüldü; “Amatör bir dünya için profesyonelce”. Çalışmanın zorunluluğa değil isteğe dayalı olduğu amatör bir dünya istiyordunuz. Ancak bu iş o kadar kolay değildi, “profesyonelliği” gerektiriyordu.(219)Dergi hiç çıkmadı, ancak “Anti-profesyonel” örgütlülüğü yaratıldı. İlk işi ise Uğur Mumcu’nun öldürülmesi üzerine devleti teşhir eden bir bildiri çıkarmak oldu. Anti-profesyonel’in gündemi kültürden, sanattan, öğrenci sorunlarından çoktan uzaklaşmıştı. Günlerce, saatlerce insanlara anlatılan tek bir konu vardı: Devrim ve sosyalizm!

Herşeyi adım adım işleyerek yön vermeye çalışıyordun çevrendekilere. “Anti-profesyonel yetmez, örgüt lazım” diyordun. Ardından EKİM’i tanıdılar, öğrendiler, mücadele ettiler. Sınıfsal konumlarının onları geriye çekmesine rağmen, mücadele gücünü ve cesaretini senden alıyorlardı. Düzen-devrim çelişkisi, Ümit’in yanında olmak ile düzen saflarında kalmaya indirgenmişti artık.

Ancak sen yerinde duramıyordun. İlk iki yıl derslerine devam etmene ve başarılı olmana rağmen (örneğin Termodinamik dersindeki başarını doğanın diyalektiğini iyi kavramış olmakla açıklıyordun), bir süre sonra mühendis olmanın anlamsızlığında karar kıldın. “Yapılmayacak bir iş için zaman ayırmak” gereksizdi ve “okulun bırakılması” gerekiyordu. Ve hiç tereddüt duymadan okuldan ayrıldın.

Sanırım en fazla ‘96 öğrenci eylemlerinden hatırlayacağız seni. Ve belki de Beyazıt işgalinden... “Evet, bugün öğrenci gençlik dolaysız olarak düzenle karşı karşıya gelecek, dişe diş bir mücadele verecek" diyordun. Eylemin önemini anlatıyordun: ‘“Herkese eşit-parasız eğitim’ şiarı bizim gerçekleştirilebilir ütopyamızın sadece bir parçası. Eğitimin eşitsiz dağıtılmasına, bilgi üzerine tekeller kurulmasına gerek yok bizim sosyalizmimizde. Sömüren sınıfların egemenliğini yıkmak, sömürü düzeninin tüm kurumlarında(220)eşitsizliğe dayalı yapıyı da temellerinden yıkmak anlamına gelecek. Bizim eşitlikçi sosyalizmimizin, bilgiyi tekellerin kasalarında tutarak daha geri üretimleri sürdürmeye ihtiyacı yok. Bizim toplumsal sistemimizin bilimi üretken olmayan alanlarda yoğunlaştırma problemi yok. Üstelik, halkların eşitliği temelinde bir kardeşliğe dayanan komünist dünya sistemimiz bilginin uluslararasılaştırılmasının en üst boyutu olacak, bizim toplumsal sistemimiz eğitimi eşitsiz toplumsal yapıdan ve kar mantığından kurtardığı için, eşit-parasız eğitimin gerçekleşebileceği tek yerdir”

Eylemdeki coşkun görülmeye değerdi. Eylem Komitesi’nin içindeydin (devletin deyimiyle “Devrim Komitesi”) ve eylemi başarıyla yönlendirebilmek için muazzam bir enerji sarfediyordun. Barikatın ardında savaşıyor olmanın gururunu ve mutluluğunu taşıyordun. Çünkü biliyordun ki; ‘‘Barikatlar işgalin yüreği. Onlar yaşarsa işgal yaşar ve onlar yenilirse işgal yenilir. Bu yüzden kurulan barikatlarımız insan dolu. Onları metalleri tahtalara çatarak yaptık, ama harcı insandı. Sadece emeği anlamında değil. Polis saldırırsa barikatımıza ve bir boşluk bulursa, orayı bedenlerimizle kapatacaktık.” Gece yarısı hepimizin gözlerini uyku bürüdüğünde bile, sen hem bizlerin hem de toplamın sorumluluğunu hissettiğin için ayakta kaldın bütün gece. İşgal bittiğinde coşkumuz sürüyordu. Çünkü önümüzde 23 Mart vardı. Ön hazırlığına girişmiş, ancak işgale kalamamıştın. Üzüntüne rağmen yüreğin bizimleydi.

Ve ardından 10 Nisan eylemi... Beyazıt işgalcilerinin aramıza katılışını kutladığımız gün, seni Bayrampaşa Cezaevi’ne götürdüler. Eylemde polis kamerasının uzaklaştırılmasını planladığımız sırada, seni polislere tekme atıp, kamerayı kırarken bulduk. Sabırsızlık,(221)tahammülsüzlük ve öfke bir arada idi. Seni bizden 1.5 aylığına alıp cezaevine götürdüklerinde, gazetelerde ön sayfada resmin yayınlanmıştı; “Piskopat eylemci hastaneyi havaya uçuracaktı” diye.

Kavgadan sakınmadığın gibi, kime nasıl tutum alınması gerektiğini de bilirdin. Emek Gençliği dövizimize müdahale ettiği zaman öne atılmıştın, “indirmeyiz” diye. Sorumluluğu en ileri düzeyden hissediyordun. İndirmeme tutumumuz karşısında saldırmışlar ve sana yumruk atmaya başlamışlardı. Sen buna rağmen yumruklarla yanıt vermiyor, var gücünle saldırıyı engellemeye çalışıyor ve avazın çıktığı kadar bağırarak okulun ortasında Emek Gençliği'ni teşhir ediyordun. Bir süre sonra pes eden onlar oldular ve sen teşhire devam ettin.

Sadece öğrenci gençlik içindeki mücadelenle değil, sınıf çalışmasında tuttuğun yerle de anacağız seni. Sınıf çalışmasının sorunlarına ilişkin yazılarını okuyunca, Petro-Kimya İşçi Bülteni'ni görünce, Mutlu Akü işçileriyle konuşunca...

Devrim senin için vazgeçilmezdi. Çünkü devrimci olan herşey insaniydi. Ve, “Devrim bir harikaydı ve onun dışındaki herşey saçma idi". Beraberinde devrime bağlılığın gerektirdiği herşeyi göze aldın. Gözaltını, işkenceyi, tutuklanmayı, sevdiklerinden ayrı kalmayı ve sonuçta ölümü...

İlk sistematik işkenceye alındıktan sonraki halini hatırlıyorum (Aralık ‘95). Bir hafta kalmıştın şubede. Geldiğinde gözlerinin içi parlıyordu. Bu süre içinde açlık grevinde olmana rağmen gülerek çukulata yiyordun. Polisler uzun saçlarını biçimsiz bir şekilde kesmişlerdi. Düzgün kestirmeni söylediğimizde, “ibret olsun diye kestirmeyeceğim” demiş, günlerce öyle dolaşmıştın. Her(222)tarafın morluk içindeydi, sağ kolun askıdan dolayı tutmuyor ve üstün başın perişan görünüyordu. İncitiriz diye sarılamamıştık sana.

Kasım ‘97’deki gözaltını duyduğumda ise büyük bir acı hissettim içimde. Ya bir daha dışarı çıkamazsan, doyasıya konuşamaz, kahkahalarla gülemez ve sarılamazsam diye sana. Gözaltına alınış biçimini ilk duyduğumda bir parça gülmedim de değil. Cesarette, gözüpeklikte olmadığı gibi, “rahatlık”ta da kimse yoktu üzerine. Alındıktan sonraki kısmı daha eğlenceliydi. Taksim’in merkezinden alınıp, polis aracından kaçıp, Galatasaray’a kadar polislerle kovalamaca yaşamıştın. Ümraniye Cezaevi’ne götürüldüğünde son derece rahattın. Uzun yıllar yatmaya hazırdın. Ne olacak 10 yıl okurum, 5 yıl da yazarım, diyordun. Tek EKİM davası tutsağı olmana rağmen mücadeleni içeride de tek başına sürdürdün. Her zamankinden daha fazla yazmaya vakit ayırıyor ve kitap okuyordun. Ziyarete gelemeyen dostlarına, yoldaşlarına biraz kırılmakla birlikte, “beni ziyarete gelmek işlerin yapılmasını engelliyorsa, sakın gelmeyin” diyordun. Çıktığında ise içeridekileri bırakmış olmanın üzüntüsünü yaşıyordun. 4 ay gibi kısa bir süre kalmış olmana rağmen, kaldığın koğuştakileri bırakıp çıkmak çok ağır geliyordu sana.

Yaklaşık bir yıl bile geçmeden yine cezaevi yaşantısı... Bu kez öncekiler gibi 2-3 aylığına değil, ömür boyu, hatta oradan sağ çıkmamacasına yatılacaktı. İçeride olmak zor gelmiyordu, ancak dışarıdakileri yalnız bırakmış olmanın acısını yaşıyordun. Ankara Merkez Kapalı’da da hayatı beraber örgütlemeye başladınız hemen. “Burada insanın hiçbir şeye vakti kalmıyor” diyordun. Sürekli toplantı, eğitim çalışması, yazı yazma, vb. ile vakit geçiyordu. Bir devrimci için içerisi de(223)birdi, dışarısı da...

Her görüşmemizde, saatlerce konuşmamızda dışarıda ne olup bittiğini en ince ayrıntısına kadar öğrenmeye çalışırdın. Müdahale edebilmek için herşeyi bilmen gerekiyordu. Her görüşmemizde bir öneriler listesi hazırlardın. Yanı sıra aynı uzunlukta “yapılacak işler listesi”... Bir de en çok yeni çıkan kitap ve dergileri merak ederdin. Ben dışarıda senin için izlememe rağmen bir dizisinin varlığını senden öğrenirdim.

Cezaevi yaşantısını bazı yönleriyle garipsiyordun. Mesela sürekli aynı tür müziğin çalınmasını ya da içeride insanların eşlerinin ellerini tutamamasını, vb...

Hayatta en çok istediğin vuruşarak ölebilmekti (biraz daha ilerletip hedeflerinin arasına helikopter düşürmeyi de alıyordun... ) Ölümden korkmaman, hayatından kaygı duymaman, devrimciliğin gerektirdiği herşeyi büyük bir cesaretle, gözüpeklikle yapmanı sağlıyordu. Cebinde spreyle dolaşıp, yeri ve zamanı düşünmeden ve hiçbir kaygı gütmeden tek başına pratik çalışmaya çıktığın zamanlar olurdu.

Devrimle tanışmandan itibaren olman gereken insan tipini kafanda kurgulamıştın. Sigara içmeyen, içki içmeyen, küfür etmeyen, yalan söylemeyen, dürüst ve “saf” bir insan ve bir komünist... Sadece Marksizm ve onun ilgi alanlarının bilgisine sahip olmayı değil, hayata dair herşeyi bilmeyi istiyordun ve öğreniyordun da. Mesela '74’teki Dünya Kupası'nda Almanya’nın ilk 11’ini ya da 200 ülkenin başkentini ve para birimini... Devrim ve devrimci mücadele sana olağanüstü bir heyecan verdiği gibi, seni eğlendiren başka şeylerle ilgilenmek için de vakit ayırıyordun. Amerikan futbolunu izlemek, NBA basketbol maçlarını kaçırmamak, yüksek sesle sevdiğin Metallica ve Megadeath’i dinlemek,(224)Ursula Le guin ve Stanislaw Lem’in tüm serisini okumak, vizyondaki filmlerin “kayda değer” olanlarını izlemek ve şiir yazmak gibi...

Çevrendeki insanlarla ilişkilerinde özel bir hassasiyet gösteriyordun. Konuştuğun kim olursa olsun, insana “önemli olduğunu” hissettiriyordun. İlk tanıştığın birisini öncelikle dinliyor, sonra konuşturmaya çalışıyor ve yorum yapması için zorluyordun. İnsancıl duygularla hareket ettiğin, “insanların değişebilirliğine” ve kendi ikna gücüne güvendiğin için, karşındaki kişinin MGV’li ya da sürekli barlardan çıkmayan biri olması veya hayatında Fenerbahçe’yi tutmak dışında hiçbir özelliğinin olmaması farketmiyordu senin için. Uğraşılırsa kesin kazanılırdı! İnsanlar, hatta devrimciler varolan kalıpları kırmalıydı. Yaptığı en ufak bir şeyin bile nedenini bilmeliydi.

Politik tartışmalar dışında yaptığımız konuşmaları hatırlıyorum. “İnsan anne ve babasını sever mi ya da sevmesi gerekir mi?” Bu soru bana çok garip gelmişti. Düşünmüştüm. Tabii ki insanın anne ve babası, sevmesi gerekecek herhalde... Sen, aradaki feodal bağın yetmediği, doğurup büyütme zorunluluğunun ötesinde sevmeyi gerektirecek başka ortaklıkların da olması gerektiği üzerine birçok şey anlatmıştın. O an seni çok olumlamasam bile, yine de şaşırmıştım. Bir başka tartışmamız ise ağlamak üzerineydi. Ağlamak zayıflık değildi. Tıpkı doyasıya kahkahalarla gülebilmek gibi insani bir duyguydu ve güzeldi.

En yakınındaki insanları geliştirebilmek için olağanüstü bir çaba sarfederdin. Yazı yazmamak için direndiğim bir dönemde yazmam için saatlarce uğraşmış, yazdığım üç satırı normal standartlarda bir yazıya zorla çevirtmiş ve sonrasında ben yazmamak konusunda inat edince,(225)tavla oynamayı önermiştin. Bu bende bir rahatlama yaratmıştı ki, tavlada bahse girildiğini hatırlattın. Senin şartın yenilenin yazı yazması olmuştu. Böylelikle tavladan iki yazı çıktı. Biri senin, biri benim...

Çevrendeki insanların büyük çoğunluğu küçük-burjuva kökenden geldiği için, bizim bunalımlarımızla uğraşmak da sana düşerdi. Beraberinde gri, siyah, beyaz teorileri üretirdin. Beyaz düzeni temsil ederdi, siyah devrimi...

Gri ise, düzenin içinde kalıp, devrime olabildiğince katkı yapmak anlamına geliyordu. “Siyah olamıyorsanız hiç değilse gri olun ki, bir parça katkınız olsun devrime”, derdin. Ancak bana gri olma hakkını kesinlikle tanımazdın. Ya siyah olacaktım, ya da beni sen öldürecektin (düzenin içinde ölümümü görmek istemediğin için)...

Partiye ihanetimde (bırakıp gittiğimde) bile, beni ilk gördüğünde söylediğin “seni çok özledim” sözü çok garip gelmişti. Çünkü hak etmiyordum. Sonrasında günlerce sabahlara kadar konuştun benimle. Okulu bırakmam için onca konuşmalara ek olarak fiili müdahalelerde bulunmaya başladın. Kantinde beklemek gibi. Çünkü seni orada bırakıp ne derse, ne de sınava girmem mümkün olabilirdi. Kazanmak zorundaydım, sadece devrim adına değil, dostluk adına da...

Ümraniye’de görüş sırasında “evlenelim” dediğinde ilk başta garipsedim. Bir anda durup dururken... İkna süreci 5 dakikayı bile geçmedi. Hem zaten seviyorduk birbirimizi ya da tanımak için ek zamana ihtiyacımız yoktu. Niye evlilikti peki? Bir tek açık görüş yapabilmek için değer miydi, değmez miydi? Tabii ki değerdi. Ancak gerek kalmadı. Dışarıda nikah memurunun sözlerine biz yenilerini eklemiştik:(226)

“iyi günde ve kötü günde
hastalıkta ve sağlıka
tasfiyecilik yıllarında ve barikat günlerinde...
...
yaşarken ve cesetken
” birlikteydik.

En son isteklerinden biri bir çocuğunun olmasıydı. Mavi gözlü, kıvırcık saçlı, ufak bir kız çocuğu... Gerçekleşip gerçekleşememesinden bağımsız olarak, düşüncesi bile seni mutlu etmeye yetiyordu. Ancak bu fikre sert bir şekilde karşı çıkan Habip yoldaş olmuştu (4 çocuk sahibi olarak!)

Ölümünle bu kadar çabuk yüzyüze kalacağımı beklemiyordum. Devletin katliamcı yüzünü, cezaevlerine yönelik politikasını bilmeme rağmen, senin ölümün dışarıdayken sana çok yakın, içerideyken uzak geliyordu. Ancak sen sözünde durdun. İstediğin gibi 27 yaşında, 12 Aralık ‘99’a az bir süre kala “vuruşarak öldün”.

Yaşamın kadar ölümünü de erdemli kıldın.

Şimdi sıra bizde... Hoşçakal dostum, sevgilim, yoldaşım!