Sosyalistler için öncel bir hareket programı olarak barış sorunu ve onunla ilişkili olarak barış koşulları sorunu, evrensel bir ilgi görüyor. Sorunu, alışılagelen küçük-burjuva ulusal görüş açısından değil, ama gerçekten proleterce ve enternasyonalist açıdan ortaya koyma çabalarından ötürü Berner Tagwacht’a şükran borçluyuz. Barışı arzu eden Alman sosyal-demokratların, junker hükümetinin siyasetiyle ilişkiyi kesmelerine ait başyazı notu mükemmeldi. Yoldaş A.P.’nin, barış sorununu küçük-burjuva görüş açısından çözümlemek için boşuboşuna uğraşan “aciz laf cambazlarının kendini beğenmiş davranışları”na yönelttiği saldırı da mükemmeldi.
Bu sorunun sosyalistler tarafından nasıl sunulması gerektiğini görelim. Barış sloganı, ya belli barış koşullarıyla ilişkili olarak, ya da herhangi bir koşulla ilişkisi olmaksızın, belli bir tür barış için değil, ama genel olarak barış için savaşım olarak öne sürülebilir. İkinci durumda, açıkça görüldüğü gibi, slogan yalnızca sosyalist olmamakla kalmıyor, aynı zamanda içerik ve anlamdan da tüm olarak yoksun bulunuyor. İnsanların çoğu, kesinlikle, genel olarak barıştan yanadır; Kitchener, Joffre, Hindenburg ve Kanlı Nikola da bunlar arasındadır, çünkü herbiri savaşın sona ermesini istiyor. Ama güçlük şurada ki, herbirinin öne sürdüğü barış koşulları, emperyalist (yani öteki halkları ezici ve yağmalayıcı) ve “kendi” ulusunun yararına olan koşullar. Birbirine karşıt olan iki sınıfı, iki siyasal çizgiyi, en farklı şeyleri “birleştirici” bir formül yardımıyla uzlaştırma amacını güden değil, ama yığınların, propaganda ve uyarma yoluyla, sosyalizmle kapitalizm (emperyalizm) arasındaki kapatılamaz farklılığı görebilmelerini sağlayacak sloganlar ortaya atılmalıdır.
Sözü sürdürelim: Başka başka ülkelerin sosyalistleri, belli barış esasları üzerinde birleştirilebilirler mi? Eğer bu olursa, sözkonusu esaslar, kuşkusuz, bütün ulusların kendi kaderini tayin hakkının tanınmasını ve her türlü ‘toprak ilhakı’nın, yani kendi kaderini tayin hakkını ihlal edici girişimlerin reddini de içermelidir. Ne var ki, eğer kendi kaderini tayin hakkını yalnızca bazı uluslar için kabul ederseniz, o zaman belli bazı ulusların ayrıcalıklarını savunuyorsunuz, yani siz bir ulusalcı ve emperyalistsiniz, sosyalist değilsiniz, demektir. Yok eğer bu hak bütün uluslar için tanınıyorsa, o zaman örneğin yalnızca Belçika’yla yetinemezsiniz; hem Avrupa’daki (Britanya’da İrlandalılar, Nice’de İtalyanlar, Almanya’da Danimarkalılar, Rusya nüfusunun yüzde 57’si, vb.) hem Avrupa’nın dışındaki ulusları, yani bütün sömürgeleri, bütün ezilen halkları dikkate almanız gerekir. Yoldaş A. P. onları bize çok iyi anımsatmıştır. Britanya, Fransa ve Almanya’nın toplam nüfusu yüz elli milyon kadardır. Oysa onların baskı altında tuttuğu sömürgelerdeki toplam nüfus dörtyüz milyonun üzerindedir. Emperyalist savaşın, yani kapitalistlerin çıkarı için girişilen savaşın özü, savaşın salt yeni ulusları ezme, sömürgeleri kesip-biçip yeme amacıyla yürütülüyor olmasında değil, ama onun yanısıra, dünya nüfusunun çoğunluğunu oluşturan halkları ezen ileri uluslarca girişilmiş bir savaş olmasındadır.
Belçika’ya elkonmasını haklı bulan ya da bu duruma rıza gösteren Alman sosyal-demokratlar, sosyal-demokrat değildirler, gerçekte emperyalist ve ulusalcıdırlar; çünkü Alman burjuvazisinin (ve bir ölçüde Alman işçilerin) Belçikalıları, Alsaslıları, Danimarkalıları, Polonyalıları, Afrikalı zencileri, vb. ezme “hakkını” savunmaktadırlar. Bunlar sosyalist değil, ama başka ulusları soymasına yardım ettikleri Alman burjuvazisinin hizmetkarıdırlar. Yalnızca Belçika’nın özgürlüğe kavuşturulmasını ve zararının karşılanmasını isteyen Belçikalı sosyalistler de, gerçekte, 15 milyonluk Kongo nüfusunu yağmalamayı sürdürecek ve başka ülkelerde üstünlük ve ayrıcalıklar sağlayacak olan Belçika burjuvazisinin isteğini savunuyorlar. Belçika burjuvazisinin başka ülkelerdeki yatırımları üç milyar frank dolaylarındadır. Her türlü hile ve düzenbazlığa başvurarak, bu yatırımların sağladığı kârı güven altına almak, “yiğit Belçika”nın gerçek “ulusal çıkarı”dır. Bu, Rusya, Britanya, Fransa ve Japonya için daha da doğrudur.
Bu açıklamalardan çıkan sonuç şudur ki, eğer ulusların özgürlüğü isteği, belli bazı ülkelerin emperyalizmini ve ulusalcılığını perdelemek için kullanılan sahte bir istek olmayacaksa, o zaman bu istek bütün halkları, bütün sömürgeleri kapsamalıdır. Ne var ki, bütün ileri ülkelerde bir dizi devrimlerin eşliğinde olmadıkça, böyle bir istek anlamsızdır. Ayrıca, başarılı bir sosyalist devrim yapılmadıkça bu istek gerçekleştirilemez.
Bu sözler, gittikçe büyüyen halk yığınlarından gelen barış isteğine sosyalistler ilgisiz kalmalı anlamına mı yorulmalıdır? Asla! İşçilerin, sınıf bilinci taşıyan öncüsünün sloganları başka bir şeydir, yığınların kendiliğinden oluşan istekleri tamamen ayrı bir şey. Barış özlemi, “özgürlük” savaşı gibi, “ata topraklarının savunulması” gibi burjuva yalanlarına ve kapitalist sınıfın, halk kalabalığının aklını çelmek için uydurduğu benzer yalanlara karşı duyulan düş kırıklığının başlamakta olduğunu ortaya koyan çok önemli belirtilerden biridir. Sosyalistler bu belirtiye çok dikkat etmelidirler. Yığınların barış arzusundan yararlanmak için her çaba gösterilmelidir. Peki, bu arzudan nasıl yararlanılacak? Barış sloganını kabullenmek ve yinelemek, “aciz (ve daha kötüsü çoğu zaman ikiyüzlü) laf cambazlarının kendini beğenmiş davranışları”nı teşvik edebilir; şimdiki hükümetlerin, bugünkü efendi sınıfların -bir devrimler dizisiyle derslerini “almaksızın” (ya da tasfiye edilmeksizin)- demokrasi ve işçi sınıfı açısından doyurucu bir barış yapabilecek güçte oldukları boş hayaliyle halkı aldatabilir. Hiçbir şey, böyle bir aldatmadan daha tehlikeli değildir. Hiçbir şey işçileri bundan daha fazla aldatamaz; hiçbir şey işçilere, kapitalizmle sosyalizm arasındaki derin çelişkiler olmadığı yollu yanlış inancı bundan daha fazla aşılayamaz; kapitalist köleliği hiçbir şey, bu aldatmadan daha iyi süsleyip-püsleyemez. Hayır! Biz barış arzusunu, halkın barıştan beklediği yararın bir dizi devrimlere başvurmaksızın elde edilemeyeceğini yığınlara anlatmak için kullanmalıyız.
Savaşların sona erdirilmesi, uluslar arasında barış, yağmaya ve zora son verilmesi -bütün bunlar bizim idealimiz; ama bu ideal, doğrudan ve ivedi bir devrim çağrısının eşliği olmazsa, burjuva safsatacıların yığınları ayartmasına yarar. Böyle bir propaganda için ortam hazırdır; böyle bir propaganda için insanın gereksindiği tek şey, devrimci çalışmayı hem doğrudan doğruya (hatta ilgili makamlara bilgi aktarmaya varıncaya dek), hem dolaylı olarak önlemeye çalışan oportünistlerle, burjuvazinin dostlarıyla ilişiğini kesmektir.
Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı sloganı, kapitalizmin emperyalist aşamasıyla ilgili olarak da öne sürülmelidir. Biz, statükodan yana değiliz, büyük savaşlarda bir kenarda durmak gibi darkafalıca bir ütopyaya da inanmıyoruz. Biz, emperyalizme, yani kapitalizme karşı devrimci bir savaşımdan yanayız. Emperyalizm, sömürgeleri yeniden bölüşmek ve uyguladıkları baskıyı arttırmak için başka ulusları ezen ulusların savaşımını içerir. Bugün, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı sorununun, ezen ulusların sosyalistlerinin tutumuna bağlı olması, bundan ötürüdür. Ezen ulusun (İngiltere, Fransa, Almanya, Japonya, Rusya, Amerika Birleşik Devletleri, vb.) sosyalisti, ezilen ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını tanımıyor ve o hak uğruna savaşmıyorsa, gerçekte o bir sosyalist değil, bir şovenisttir.
Emperyalizme karşı içtenlikli ve tutarlı bir savaşımı, ulusal soruna (bugün) darkafalıca değil, proleterce bir yaklaşımı ancak bu görüş sağlayabilir. Ulusların, ne türden olursa olsun baskı altında tutulmasıyla savaşma ilkesinin tutarlı biçimde uygulanmasını ancak bu görüş sağlayabilir. Bu görüş, ezen ulusların proletaryasıyla ezilen ulusların proletaryası arasındaki güvensizliği ortadan kaldırır; kapitalizm altında, genel olarak bütün küçük devletler için özgürlük türünden darkafalıca bir ütopyadan farklı olarak, sosyalist devrim (yani tam ulusal eşitlik için başarılabilecek tek rejim) için birleşik enternasyonal savaşımı hazırlar.
Bizim partimizin, yani Merkez Yönetim Kurulu çevresinde toplanan Rus sosyal-demokratların benimsediği görüş budur. Proletaryaya, “başka ulusları ezen hiçbir ulusun özgür olamayacağı”nı öğretirken Marx’ın benimsediği görüş de buydu. Marx, İrlanda’nın Britanya’dan ayrılmasını, bu düşünceyle istemişti. Bunu, yalnızca İrlandalı işçilerin değil, özellikle Britanyalı işçilerin özgürlük hareketinin yararına görüyordu.
Eğer Britanya sosyalistleri, İrlanda’nın ayrılma hakkını yüce saymaz ve tanımazlarsa, Fransızlar İtalyan Nice’i için, Almanlar Alsace-ve Polonya için, Ruslar Polonya, Finlandiya, Ukrayna, vb. için ve Polonyalılar Ukrayna için aynı şeyi yapmazlarsa, eğer bütün “büyük” devletlerin, yani büyük soyguncu devletlerin sosyalistleri, sömürgelerin bu hakkını yüce saymazlar, desteklemezlerse, bu, gerçekte sosyalist değil, yalnızca emperyalist oldukları içindir. Kendileri, ezen uluslara mensup olan ve ezilen ulusların “kendi kaderlerini tayin hakkı” için savaşmayan kişilerin sosyalist bir siyaset izleyebilecekleri hayalini beslemek gülünçtür.
Sosyalistler, ikiyüzlü laf cambazlarının, demokratik bir barış olasılığı üzerine söz ve vaatlerle halkı aldatmalarına fırsat vermemeli, her ülkede o ülke hükümetine karşı devrimci bir savaşımlar dizisi verilmedikçe, demokratik barışa uzaktan-yakından benzer bir sonuca varma olasılığı bulunmadığını yığınlara anlatmalıdırlar. Sosyalistler, burjuva siyaset adamlarının, ulusların özgürlüğü üzerine söylevler vererek insanları aldatmalarına fırsat vermemeli, ezen ulusların halk yığınlarına, öteki ulusların ezilmesine yardım ettikleri ve o ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını, yani ayrılma özgürlüğünü tanıyıp yüce tutmadıkları sürece, kendilerinin özgürlüğe kavuşmayı beklememeleri gerektiğini anlatmalıdırlar. Barış sorunuyla ulusal sorunda, emperyalist siyasetten farklı olarak, bütün ülkelerde güdülecek sosyalist siyaset budur. Bu tutumun, birçok durumda, devlete ihaneti cezalandıran yasalarla uyuşmaz olduğu, onlara karşı düştüğü doğrudur, ama ezen ulusların hemen hemen tüm sosyalistlerinin utanmazca ihanet ettikleri Basle kararıyla da uyuşmaz olduğu, ona karşı düştüğü de doğrudur.
Seçim, sosyalizmle, Joffre’nin ve Hindenburg’un yaptığı yasalara boyun eğme arasındadır; devrimci savaşımla emperyalizmle kölelik arasındadır. Orta yol yoktur. Proletaryaya en büyük zararı, “orta yol” siyasetinin ikiyüzlü (ya da duygusuz) mimarları veriyor.
Ağustos 1915
(Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları, Sol Yay., 1. Baskı, s.222-228)
***
Pasifizm ve Barış Şiarı
Pasifizm ve soyut barış propagandası, işçi sınıfını yanıltmanın bir biçimidir. Kapitalizmde, özellikle de onun emperyalist aşamasında, savaşlar kaçınılmazdır. Öte yandan sosyal-demokratlar, devrimci savaşların, yani emperyalist savaşların değil, örneğin 1789-1871 döneminde ulusal baskının ortadan kaldırılması ve dağınık feodal devletler yerine ulusal kapitalist devletlerin kurulması için, ya da burjuvaziyle savaşta muzaffer olan bir proletaryanın kazanımlarını savunmak için yapılan savaşların olumlu anlamını yadsıyamazlar.
Günümüzde, aynı zamanda kitleleri devrimci eylemlere çağırmayan barış propagandası ancak yanılsama yaratabilir, burjuvazinin insancıllığına güvenmesini sağlayarak proletaryayı ancak bozabilir, proletaryayı ancak savaşan ülkelerin gizli diplomasisinin elinde bir alet haline getirebilir. Özellikle bir dizi devrim olmadan sözümona demokratik bir barışın olanaklı olduğu düşüncesi temelden yanlıştır.
RSDİP Yurtdışı Seksiyonları Konferansı Kararları’ndan… / Mart 1915
(V. İ. Lenin, Seçme Eserler, Cilt: 5, s145-146, İnter Yayınları)
***
Halklara Barış
Sovyet Hükümeti derhal tüm savaşan halklara (yani aynı zamanda hem hükümetlerine, hem de işçi ve köylü kitlelerine), demokratik temelde derhal genel bir barış yapma, ayrıca derhal ateşkes (üç ay için de olsa) imzalama çağrısı yapmalıdır.
Demokratik bir barışın ana koşulu, ilhaklardan (gasp) vazgeçmektir; elbette, bütün devletlere yitirdiklerinin geri verilmesi gibi yanlış bir anlamda değil, bilakis biricik doğru anlamda, yani hem Avrupa’da, hem de sömürgelerde istisnasız her halkın, ayrı bir devlet mi kurmak, yoksa herhangi bir devlete ait olmak mı istediklerine kendilerinin karar verme özgürlüğü ve olanağını elde etmeleri anlamında.
Fakat Sovyet hükümeti bu barış koşullarını önerdiğinde, kendisi derhal bunu yerine getirmeye girişmeli, yani bugün bizi hâlâ yükümlü kılan, Çar’ın imzaladığı ve Rus kapitalistlerine Türkiye’nin, Avusturya’nın vs. yağmalanmasını vaat eden gizli anlaşmaları açıklamalı ve feshetmelidir. Ayrıca Ukraynalıların ve Finlandiyalıların koşullarını derhal yerine getirmekle, Rusya’daki bütün yabancı kavimler gibi onlar için de, ayrılma özgürlüğü de dahil tam özgürlük sağlamak, aynı ilkeyi tüm Ermenistan’a uygulamak, Ermenistan’ı ve işgal ettiğimiz Türk topraklarını vs. terk etmeyi üstlenmekle yükümlüyüz.
Kapitalistler bu barış koşullarını iyilikle kabul etmeyeceklerdir, fakat bu koşullar bütün halklarda öyle büyük bir sempati yaratacak, dünya çapında tarihi öneme sahip öyle muazzam bir coşku patlamasına neden olacak, bu yağmacı savaşın uzaması üzerine öylesine genel bir öfke yaratacaktır ki, büyük ihtimalle, derhal bir ateşkese varıp, barış görüşmelerine başlamak için onay elde edeceğiz. Çünkü savaşa karşı işçi devrimi her yerde durdurulmaz biçimde gelişiyor ve bu devrimi ilerletecek olan (bütün emperyalist hükümetlerin, bu arada Kerenski hükümetinin de çoktan bu yana işçi ve köylüleri kandırdıkları) barışa dair laflar değil, sadece kapitalistlerden kopmak ve barış önermektir.
En ihtimal dışı şey gerçekleşecek olursa, yani savaşan devletlerden hiçbiri ateşkese bile yanaşmazsa, o zaman bizim açımızdan savaş gerçekten dayatılan, gerçekten haklı bir savunma savaşı olacaktır. Proletarya ve yoksul köylülüğün bunu anlayacak olması, kendi başına bu bile, Rusya’yı askerî açıdan da, özellikle halkı yağmalayan kapitalistlerden koptuktan sonra, daha güçlü kılacaktır. O zaman bizim açımızdan savaşın sadece sözde değil, gerçekte, bütün ülkelerin ezilen sınıflarıyla ittifak halinde, bütün dünyanın ezilen halklarıyla ittifak halinde yürüttüğümüz bir savaş olacağından söz bile etmiyoruz.
(…)
Devrimin Görevleri makalesinden… / 22 Ekim 1917
(V. İ. Lenin, Seçme Eserler, Cilt: 6, s252-253, İnter Yayınları)
***
Barış Üzerine Kararname’den…
6-7 Kasım (24-25 Ekim) devriminin yarattığı ve İşçi, Asker ve Köylü Temsilcileri Sovyetlerine dayanan İşçi-Köylü Hükümeti, savaşa katılan tüm halklara ve hükümetlerine, adil bir demokratik barış üzerine görüşmelere derhal başlama önerisi yapar.
Savaşın bitkin düşürdüğü, acı çektirdiği, zulmettiği tüm savaşan ülkelerin işçi ve emekçi sınıflarının büyük çoğunluğunun hasretle beklediği ve Rus işçi ve köylülerinin Çarlık monarşisini yıktıktan sonra kararlılıkla ve ısrarla talep ettikleri adil ya da demokratik bir barış, Hükümetin düşüncesine göre ilhakların (yani yabancı bölgelerin gaspedilmesi, yabancı milliyetlerin zorla ilhak edilmesi) ve savaş tazminatlarının olmadığı derhal yapılacak bir barıştır.
Rusya Hükümeti savaşa katılan bütün halklara, derhal böyle bir barış yapmayı önerir ve en küçük bir gecikmeye meydan vermeden, böyle bir barışın bütün koşullarının, bütün ülkelerin ve bütün ulusların halk temsilcilerinin yetkili meclisleri tarafından kesin onaylanmasına kadar tüm tayin edici adımları atmaya hazır olduğunu açıklar.
Hükümet ilhak ya da yabancı toprakların gaspından, genelde demokrasinin, özelde emekçi sınıfların hukuk anlayışıyla uyum içinde, küçük ve güçsüz bir milliyetin, bu milliyetin bu yöndeki rıza ve arzusunun açık ve gönüllü ifadesi olmadan güçlü ve büyük bir devlete dahledilmesini anlar; bu, ilhakın ne zaman olduğu, zorla ilhak edilen ya da bir devletin sınırları içinde zorla tutulan ulusun ne kadar gelişkin ya da geri olduğu, söz konusu ulusun Avrupa’da ya da denizötesi uzak ülkelerde bulunmasından bağımsızdır.
Eğer herhangi bir ulus zorla bir devletin sınırları içinde tutuluyorsa, bu ulusa, ifade ettiği isteklerinin tersine —bu isteğin basında, halk toplantılarında, partilerin kararlarında ve ulusal baskıya karşı isyan ve ayaklanmalarda ifadesini bulması önemli değildir— devlet olarak varoluşunun biçimi üzerine, ilhakı gerçekleştiren ya da genelde güçlü ulusun askeri birliklerinin tam olarak çekilmesinden sonra, en küçük bir baskı olmadan özgür bir seçimle karar verme hakkı verilmiyorsa, bu dahledilme bir ilhaktır, yani bir istila ve saldırıdır.
Hükümet, güçlü ve zengin ulusların ilhak ettikleri güçsüz milliyetleri kendi aralarında nasıl paylaşacaklarına karar vermek için bu savaşı sürdürmelerini, düşünülebilecek en büyük insanlık suçu olarak görür ve bu savaşı yukarıda sözü edilen, istisnasız bütün milliyetlere karşı aynı adil koşullarla sona erdirecek bir barışın koşullarını vakit geçirmeksizin imzalama kararlılığını resmen beyan eder.
Aynı zamanda Hükümet, yukarıda sözü edilen barış koşullarını kesinlikle ültimatif koşullar olarak görmediğini, yani tüm diğer barış koşullarını da incelemeyi kabul ettiğini ve sadece, savaşan ülkelerden herhangi birinin barış koşullarını mümkün olduğunca çabuk ve tüm açıklığıyla, herhangi bir belirsizlik ve gizli diplomasiye yer vermeden ileri sürmelerinde ısrar ettiğini açıklar.
Hükümet gizli diplomasiyi kaldırır ve bütün görüşmeleri tamamen açık, tüm halkın önünde yürütmeye kararlı olduğunu açıklar. Hükümet, büyük toprak sahipleriyle kapitalistlerin hükümetinin Mart’tan (Şubat’tan) 7 Kasım (25 Ekim) 1917’ye kadar teyit ettiği ya da karar altına aldığı tüm gizli anlaşmaları derhal açıklamaya koyulacaktır. Çoğu durumda olduğu üzere, bu gizli anlaşmalar Rus toprak sahipleri ve kapitalistlerine üstünlük ve ayrıcalık sağlamayı, Büyük Rusların ilhaklarını muhafaza etmeyi ya da genişletmeyi amaçladığı ölçüde, bu gizli anlaşmaların tüm içeriği Hükümet tarafından mutlaka ve derhal geçersiz ilan edilecektir.
(…)
8 Kasım 1917
(V. İ. Lenin, Seçme Eserler, Cilt: 6, s. 411-412, İnter Yayınları)