“2021-2022 Yükseköğretim Akademik Yıl Açılış Töreni” 5 Ekim’de “Cumhurbaşkanlığı Külliyesi” denilen sarayda yapıldı. YÖK tarafından düzenlenen törene dinci-gerici iktidarın şefi Tayyip Erdoğan da katıldı. İktidarın gerici ideolojisini üniversitelere yaymakla görevli tepeden atama kayyım rektörler de şeflerinin huzurunda hazır bulundular.
Törenin açılış konuşmalarını YÖK Başkanı Erol Özvar ve Tayyip Erdoğan gerçekleştirdiler. İlk konuşmayı yapan YÖK Başkanı, “Akademik Yıl Açılış Töreni”nin 5 yıldır Cumhurbaşkanlığı himayesinde, Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nde gerçekleştirildiğini hatırlatarak bir kez daha üniversitelerin sermaye devleti himayesi altında olduğunu büyük bir sevinçle dile getirdi! Bu rezaletin artık bu denli aleni bir şekilde dillendirilmesi elbette ki şaşırtıcı değil. Akademiyi ve üniversiteli gençliği dinci-gerici ideoloji ekseninde teslim almaya yönelik pervasız saldırılarına özellikle 2016’dan sonra hız veren AKP iktidarı, bu yolda epeyce mesafe almış bulunuyor.
Erol Özvar, özellikle “Tayyip Erdoğan’nın üstün katkıları sayesinde” son 20 yılda akademik dönüşüme dikkat çekerek, üniversitelerde fiziksel altyapı sorunlarının büyük ölçüde “mükemmel bir şekilde” yoluna konulduğunu, “buna paralel olarak her geçen sene daha fazla sayıda öğrencinin yükseköğretime ulaşabilme imkanına kavuştuğunu” söyledi. Sermayedarların da unutulmadığı törende, “üniversite-kamu-özel sektör iş birliğine dayalı yürütülen ortak proje ve araştırmalar” olarak tanımlanın AR-GE çalışmalarına değinildi. AR-GE adı altında sermayedarların çıkarlarını eksen alan, üniversiteli gençliğin henüz sıralarının başında sömürülmesinin önünü açan eğitim politikaları anlatıldı. Bu doğrultuda “işgücü piyasalarında etkinliği tesis etmek, piyasaların beklentilerini karşılayacak beceri ve yetkinlikte insan yetiştirmek” vb. gibi 2023 hedefleri sıralandı. Her törende olduğu gibi bu törende de adeta bir ütopyadan bahsedildi. Akademinin “mükemmel tablosu”ndan dem vuruldu ve yine dipsiz yalanlar sıralandı. Üniversitelerin tarikat ve fabrikaların arka bahçesi haline getirilmesi olağanlaştırıldı.
YÖK Başkanı’nın ardından konuşan Tayyip Erdoğan’ın her söylemi ise iktidarın çürümüş eğitim politikaları ve uygulamalarının adeta itirafına dönüştü. “Üniversiteye gidebilmenin ayrıcalıklı olduğu günlerden, her 10 kişiden 1’inin üniversite mezunu olduğu günlere geldik” diyerek demagoji yapan Erdoğan, “Türkiye’de her ilimizin kendi üniversitesinin olmasını sağladık. Aynı dönemde üniversite öğrencisi sayımız da 1,6 milyondan 8,4 milyona yükseldi. Artık 18-22 yaş aralığındaki gençlerimizin yüzde 15’i değil yüzde 44’ü yükseköğretime ulaşabiliyor.” dedi. Peki her 10 kişiden 1’i mezun oldu da ne oldu? Diplomalı işsizler kervanı her geçen gün büyüyorken, mezunlar yetkinlik kazandıkları ya da istedikleri alanda iş bulamıyorken, her 10 kişiden 1’inin mezun olması nasıl bir övünç konusu olabiliyor?
AKP şefi, konuşmasının devamında, “Bu yıl taban puanları düşürerek daha fazla sayıda gencimizin üniversite programlarına yerleşmelerini sağladık. Ek yerleştirme fırsatı da sağladık.” dedi. Eğitimin niteliksizliğinden kaynaklı olarak barajı geçemeyen on binlerce genç için düşürülen taban puanları ve ek yerleştirmeleri iyi bir tabloymuş gibi sundu. Ancak bu bile ellerine yüzlerine bulaştı. Çünkü bu yıl, sınav sonuçlarının ve ek yerleştirmelerin ardından, son yılların en fazla tercih yapmayan ya da yerleşemeyen öğrenci sayıları yayınlandı.
Ev kiralarının, KYK, özel ve okul yurtlarının geçen senelere oranla %100 zamlandığı bir dönemde, üniversitelilere verilen 650 TL’lik burs ücreti yeterli ve bir lütufmuş gibi lanse edilmek istendi. Üstelik 20 yıl öncesinin ücretleri baz alınarak! Erdoğan, “Göreve geldiğimizde verilen burs 45 liracıktı. Şimdi 650 liraya çıktı. Nereden nereye...” dedi, ancak eğitim tamamen ticarete dönüştürüldüğü için burslara ihtiyaç duyulduğunu tabii ki sözlerine eklemedi. Çünkü Erdoğan ve müritlerine göre, devlet okullarında öğrencilerin bir tek dersliklere ödeme yapmamaları eğitimin parasız olduğuna gösterge sayılabiliyor. Öte yandan burslardan yararlanan öğrencilerin sayısı genel sayıya kıyaslandığında çok düşük kalıyor. Öğrencilerin payına ya geri ödemeli kredi ya da hiçbir burstan yararlanamamak düşüyor.
Barınma gündemine de değinen Erdoğan, konuşmasında, “Üstesinden gelemeyeceğimiz sorunla karşı karşıya değiliz. Neredeyse tamamının talebini karşıladık.” ve “Aylık 570 lira da beslenme yardımı yapıyoruz. Bu yardımdan yurtlarımızda kalan tüm öğrencilerimiz yararlanıyor.” dedi. Barınma sorunu üniversiteli gençliğin hala da yakıcı bir sorun olarak orta yerde duruyor. Bu alanda hiçbir şey değişmiş ya da düzelmiş değil. Üniversiteli gençlik ekonomik krizin her boyutunu eğitimin barınma, beslenme ve ulaşım gibi her alanında yaşıyor. Yurtlarda kalan öğrencilere aylık 570 TL’lik beslenme yardımı ise tamamen durumu çarpıtmaktan ibarettir. Yurt yemekhanelerinde yer alan en ufak yiyeceğin dahi fahiş fiyatlarda olduğunu baz alırsak, öğrenciler nitelikli bir öğün yemek istediklerinde mutlaka ek olarak ceplerinden para vermek zorundalar.
Çarptırılmış verilere dayalı demagojilerin ardından konuşmanın asıl konusuna geçen Tayyip Erdoğan, Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerini hedef gösterdi: “Rektörünün arabasının üzerinde tepinen öğrencilerin olduğu bir Türkiye’yi kabullenemiyorum. Bize böyle öğrenci gerekmez. Üniversiteye girmenin ayır bir dert, bitirmenin ayrı bir sıkıntı olduğu dönemden bugüne ulaşmak tarihi bir başarı hikayesidir. Rektörünüz aracın içinde, siz önünü kesiyor, üzerinde tepiniyorsunuz. Bunlar üniversite içine sızmış teröristlerdir. Biz öğrenciye en büyük saygıyı duyan iktidarız.” Nitekim bu söylemlerinin hemen ardından 2 Boğaziçi Üniversitesi öğrencisi, düzen mahkemeleri tarafından tutuklandı.
İktidarın eğitim politikaları çöktü, korkuları büyüyor!
“Geçmişte öğrenciler harç protestoları yapıyordu.” diyor, Erdoğan. Sanki şimdi ikinci öğretim ve öğrenim dönemini uzatan öğrenciler har(a)ç ödemek zorunda bırakılmıyormuş gib... Bugün ayrıca öğrenciler barınmadan beslenmeye, ulaşımdan eğitimde yaşanan niteliksizliğe, geleceksizlikten özgürlüklerinin kısıtlanmasına kadar çeşitli sorunlara karşı eylemlerine devam ediyorlar. Çünkü bu düzen değişmediği müddetçe hakkını aramak için eylem yapmak zorunluluğu da değişmiyor. Bu da iktidarın gözünü korkutmaya yetiyor. Bundan ötürüdür ki Boğaziçi Direnişi, iktidarın “Haziran Direnişi fobisi”ni her seferinde canlandırıyor, korkularını büyütüyor. O çok geniş “teröristler” yelpazesine Boğaziçili öğrenciler eklendiğinde, direnişin toplumsal desteğinin biteceğini düşünüyorlar.
Dinci-gerici iktidarın hayatın her alanındaki politikaları çöktükçe; sosyal, siyasal ve ekonomik kriz derinleştikçe, toplumu inandırmak istedikleri tabloya dair sıraladıkları yalanlar da daha akıldışı hale bürünüyor. Pandemi süreci ile birlikte niteliksiz, eşitsiz, gerici eğitim politikalarının ve uygulamalarının tüm toplumun gözünde daha fazla teşhir olduğu günlerden geçiyoruz. Mafyatik iktidar bileşenleri yalanlarını istedikleri kadar aymazca sıralaya dursunlar, 20 milyona yakın öğrenci de o öğrencilerin aileleri de eğitimde yaşanan fırsat eşitsizliğini ve niteliksizliği iliklerine kadar yaşıyor. Bugün yalnızca gençliğin değil, tüm toplumun omuzlarında çürümüş iktidarın gerici ve faşizan politikalarına karşı mücadeleyi yükseltmek gibi ivedi bir sorumluluk duruyor.