“Rüzgâra ve ateşe nerede duracağını söyleyin,” dedi madam, “ama bana söylemeyin.” (1)
Charles Dickens, “İki Şehrin Hikâyesi’nde, bir bakıma romandaki en güçlü karakter olan Madame Defarge’a söyletiyor bu sözü. Tüm ailesiyle zorba senyörlerin gadrine uğramış bir serf, sonradan kocasıyla meyhane işleten bir küçük burjuva olarak, İhtilal’in jakoben yüzüdür Defarge. Mukadder devrimin cezalandıracağı rejim suçlularının isimlerini, elinden düşürmediği örgü işlerine kaydetmiştir yıllarca. Dickens’ın onda gördüğü ‘kötü’, ‘katı’ ve ‘anlayışsız’ ruh, halkın “yükselen çizgide hareket eden bir devrim” iradesi olarak ışımaktadır romanda: Devrimi ileriye taşımak için kendinden önceki devrimcileri de giyotine gönderen cesur müttefikin(2) ışığı… Ailesini yok eden soydan gelen, ama bu cinayetlere ‘karışmamış’ birine merhamet göstermesi istendiğinde, neredeyse politik bir ilke olarak söyler sözünü: “Rüzgâra ve ateşe nerede duracağını söyleyin, ama bana söylemeyin.” Onun öfkesi ve kararlılığı değişim motorunun iki silindiridir ve bunun için kimsenin aklına ihtiyacı yoktur. Kendisini devrimin ve devrim vasıtasıyla da kendi çıkarlarının kararlı muhafızı haline getiren şey yaşadıklarıdır; maddi dünyayla kurduğu ilişki ve o ilişki esnasında ‘başına gelenler’dir.
* * *
Erdoğan, son konuşmalarında, Türkiye’nin bir ekonomik buhran içinde olduğunu neredeyse alenen kabullenen bir pozisyon alıyor. Ve bu, “teğet geçecek” sloganıyla çevrelenen 2008-9 krizi de dâhil olmak üzere, 20 yıllık iktidarında ilk kez oluyor. Çarşamba gecesi Saray kabinesinin ardından yaptığı, kendi deyimiyle “ulusa sesleniş”te şöyle diyor örneğin:
“Elbette hayat pahalılığının yol açtığı sıkıntılar vardır, elbette sokakta, tezgâhta, vitrinde canımızı yakan fiyat artışları vardır, emin olun bunların hepsi de geçicidir, konjonktüreldir, bu döneme mahsustur.” (3)
Soğan-patates stokçularından, fırsatçı hain marketlerden, faiz lobisinden gelmiş bir savunma hattı bu: “Elbette sıkıntılar, canımızı yakan fiyat artışları vardır…”
Savunma hattını olduğu gibi hücum hattını da geriye çekmiştir: Sıkıntı içindeki halka giderek daha ağır bir hakaret gibi gelen ‘uçan ekonomi’ söylevlerinden, “emin olun bunların hepsi geçici, bu döneme mahsus” teskinlerine gelinmiştir. Tarkan’ın muhalefet tarafında coşkuyla karşılanan şarkısındaki ana tema, ironik şekilde, Erdoğan’ın söyleminde de zuhur etmiştir: “Geççek”.
Ardı sıra, kendi sosyal tabanı olduğunu düşündüğü kesimlere ‘özel bir selam’ gönderme gereği duymuştur o gece Erdoğan:
“Asgari ücretten memur ve emekli maaşlarına kadar tüm çalışanların gelirlerinde yüksek oranlı artış yaparak, esnaf ve sanatkârlarımızı kredi paketleriyle destekleyerek hayat pahalılığının insanlarımızın üzerindeki yükünü azaltmanın gayreti içindeyiz.”
Hayat pahalılığının insanlarımızın üzerindeki yükü… azaltmanın gayreti…
Üstelik ertesi gün (perşembe) Genişletilmiş İl Başkanları Toplantısı’nda sorunun geçmişine ilişkin de daha ‘dürüst’ davranacak ve “Milletin 2018'den beri devam eden ekonomik dalgalanmalar, özellikle de hayat pahalılığı sebebiyle sıkıntılar yaşadığını bildiklerini” söyleyecektir.
Erdoğan, işçilere, emeklilere, küçük esnafa, toplumun tüm alt tabakalarına ‘elimden geleni yapıyorum, az sabır’ demektedir. Kendi politik gücünün kırılacağı fayı doğru teşhis etmekte; bu kesimlere örtük bir mahcubiyet lütfedip, onlardan sabır talep etmektedir. Karşısında, ‘yaşam biçimi’, ‘kültürel yarılma’, ‘iki mahalle’ türü –büyük oranda kendi güdümlediği– bir ‘muhalefet’; yanında, tevekkül içinde baharı bekleyen çaresizler istemektedir.
Aynı konuşmada, dikkat çeken bir başka bölüm bu sözlerin hemen ardından gelir:
“Alım gücündeki düşüş bir süre sonra telafi edilebilirken, kaybedilen işin, kaybedilen huzurun, kaybedilen vaktin geri kazanımı çok daha zordur. Böyle dönemlerden asıl olan, çalışacak iş, hayatını sürdürecek gelir sahibi olmaktır. Asıl olan, kendine ve ailesine karşı mahcubiyet yaşamamaktır.”
Bu sözler, bir süredir ücret artışı ve sendika hakkı için ülkenin dört bir yanında cesaretle kıpırdayan emekçilerin yarattığı etkiyle ilgili olmalı. Erdoğan, oy stoku olarak gördüğü kesimlerdeki huzursuzluk ve buna bağlı hareketlenmenin, sınıf temelli itirazın gücünü, hiç değilse sezmekte; ‘yoksullaşma telafi edilir, işsiz kalmayın, huzuru bozmayın’ öğüdü vermektedir. Üstelik bu öğüt, ucuz emeği de bir avantaj olarak gören ‘yeni ekonomi modeli’ ile uyumludur… Kendisinin ‘vesayet’ olarak adlandırmaktan hoşlandığı o ‘heybetli’ eski rejimi alt etmesini sağlayan toplumsal kaynağı, vaat, öğüt ve tehditle elde tutmaya, tüm o siyasal tırmanışında olduğu gibi ‘felç olmuş izleyici’ pozisyonunda dondurmaya çalışmaktadır. Daha 2010’da, Tekel direnişinin, polis şiddeti ve gazının yanı sıra ‘toplumsal tecrit’ ile boğulması; işçi sınıfının siyaset sahnesinden zaten kovulmuş olduğu koşulları ve sermaye diktatörlüğünün kat ettiği mesafeyi, bir ‘darbe tankı’ gibi toplumun önüne koyan politik bir gösteriye dönüşmüştü. O tarihten beri belki de ilk kez, emekçi sınıfların ‘rızası’ kontrol dışına çıkmakta. Üstelik bu, Erdoğan’ın 2002’den beri temsil edegeldiği, başka iniş çıkışlara karşın esasen başkanlık rejimi (2018) sonrasında sarsılan, farklı sermaye kesimleri arasındaki blokun da çatladığı bir sürece denk geliyor. Yukarıda anılan, “Milletin 2018'den beri devam eden sıkıntılarını bildikleri” yönündeki sözleri bu açıdan da anlamlı.
Ancak, esasen kendi inşa ettiği sermaye diktatörlüğünün dar avlusuna sıkıştığını gösteren işaret de aynı konuşmadan çıkmaktadır. Ondan, elektrik faturalarında indirim beklenmekteyken ve bunu yapamayacakken, önce Türkiye’de enerjinin “ne kadar ucuza” satıldığını anlatmak zorunda kalmıştır. Sonra da fareyi doğurur: “Yüksek tarife rakamları ilgili kurumlarımız tarafından vatandaşlarımız lehine yeniden değerlendirilecektir.” Vatandaşların ‘lehinin’ sermayenin insafına terk edildiğinin itirafıdır bu. Enerjide hunharca özelleştirmenin politik-ekonomik kaymağını o yemiştir, şimdi sonuçlarıyla cebelleşmek de ona düşmektedir. Üstelik enerji fiyatlarıyla ilgili sorun, emekçilerin faturalarıyla sınırlı bir sorun değildir. Küçüklü büyüklü sanayinin, ‘üretim ve ihracat’ temelli yeni ekonomik model ‘paydaşları’nın da sorunudur.
Erdoğan, asgari ücret zammı, kur korumalı mevduat gibi çeşitli araçlarla tutunmaya çalıştığı buhranın kritik bir aşamasında, artık bu taktik araçların da etkisinin geçtiği 16 ve 17 Şubat günlerinde, üç konuşma yaptı. Üçünün ortak teması, krizi inkâr söylemini terk etmek, özellikle emekçi kesimler nezdinde bahar ve yaz aylarına kadar zaman kazanmaya çalışmak idi. Buna yol açan koşullardan biri sermaye sınıfı içindeki bölünmüşlükten, siyasal temsilini Cumhur ve Millet ittifakları nezdinde bulan politik-ekonomik çatışmadan kaynaklanıyorsa, bir başkası da ücretli emeğin, henüz bir politik merkeze sahip olmayan itirazından kaynaklanıyor.
Emekçilerin ücret artışı ve sendika talebiyle süren, yaygınlaşma eğilimi gösteren itirazı, 20 yıllık AKP iktidarı ‘parantezi’ içinde ilk kez özgül bir politik faktör olma potansiyeli taşıyor. Birincisi, bu eylem ve direnişler, farklı iş kollarında ve farklı kentlerde, aniden ortaya çıkıyor ve kolay pes etmeyen bir kararlılıkla sürüyor. Bu durum, hem eylemlere yol açan sorunların ortaklığını ve can yakıcılığının geldiği düzeyi; hem de uzun durgunluk yıllarından sonra emekçi sınıflarda ve özellikle de onların genç kuşaklarında dirençli bir mücadele eğiliminin ortaya çıktığını gösteriyor. İkincisi, metal, tekstil, madencilik, tersane ve taşımacılık gibi farklı sektörlerdeki işçilerin eylemleri, toplumun genelinde, özellikle de ücretli emeğin tüm kesimlerinde yankılanıyor. Toplumun oldukça geniş kesimleri bu eylemlere sempatiyle bakıyor, destek veriyor; ama bunun da ötesinde kendi ücretlerindeki gerileme ve genel ekonomik sorunlar karşısında bu hareketliliğin bir kazanım elde etme yolu olduğuna tanık oluyor. Toplamda ortaya çıkan tablo, ücretli emek genelinde ve toplumun alt katmanlarında burjuva hegemonyanın zayıflamasına uygun bir politik alan yaratıyor. Emek hareketlerinin tarihi, tekil, yerel eylemlerin bir direniş dalgasına dönüşmesi açısından bu hegemonik kırılmanın önemini göstermiştir. 80’lerde, 12 Eylül faşizminin düzlediği alanın avantajlarını da kullanan Özal/ANAP hegemonyası böyle bir süreçte çökmüş, 1986 Netaş Grevi’nden 1991’de Genel Grev ve Büyük Madenci Yürüyüşü’ne uzanan hat boyunca ülkedeki siyasi tablo da çarpıcı şekilde değişmiştir. İşçi sınıfının askeri diktatörlükle ezilen politik varlığının, dolaysız şekilde ‘sokak’tan, grev, direniş, işyeri işgali gibi eylemler üzerinden sahneye döndüğü bir değişimdir bu. Devrimcilerin önemli etkisine rağmen, güçlü ve tüm harekete nüfuz eden bir politik sınıf örgütünün yokluğunda bu etki, kalıcı mevziler kazanmaya yeterli olmadı; ama birçok noktada burjuva siyaseti de etkileyen sonuçlar üretti. Özal, halen ve belli ki son kez elinde olan parlamento çoğunluğuyla kendisini “Çankaya’ya atarak” siyasal varlığını sürdürmeye çalışırken, müstakbel iktidar adayı olan ve aslında seçimden önce kurulmuş bulunan DYP-SHP koalisyonunun vaat programında da emek hareketinin talepleri belirleyici oldu. Bu, işçi sınıfının, henüz kendi politik örgütünce yönetilmese de, harekete geçince ortaya çıkan hegemonik gücünün etkisiydi ve bugüne benzer şekilde, hem devletin sert tutumlarına, hem işçi sınıfı hareketine karşı yaygın bir ideolojik saldırı ve inançsızlık eğilimine, hem de pek çok durumda sendikal bürokrasiye rağmen ortaya çıkabilmişti.
Bugünün özgün koşulları geçmişin herhangi bir dönemiyle doğrudan birleştirilemez elbette. Ama sınıf hareketinin deneyimleri, pek çok kez, bugünün sisi pusu içinde görünenlerden daha anlamlı. Türkiye’nin giderek derinleşen çoklu krizinin ürettiği politik gerilim, iki burjuva projenin, siyaseten Cumhur ve Millet ittifakları olarak ifade olunan, ama arkasında Türkiye kapitalizminin yönüne dair derin bir uyuşmazlık bulunan iki politik projenin rekabetinden ibaret olarak görülüyor. İşçi sınıfı, ücretli emeğin tüm kesimleri, üretici köylü, esnaf ve küçük üretici, Türk ve Kürt halk sınıfları, ortaklaşan çıkarlarının etrafında bir politik blok oluşturmadıkça, bu indirgeme geçerliliğini koruyacak. Bir süre önce tanık olduğumuz ‘sokak tartışması’, önümüzdeki manzarayı göstermesi açısından önemliydi. Hem sokak üzerinden gözdağı veren Erdoğan’ın hem de o gözdağını bir ayna yüzeyi gibi yansıtan resmi muhalefetin birlikte yaptığı şey sokağı halk için yasak ilan etmekti gerçekte. Birbirleriyle itişmeleri bu gerçeği değiştirmiyor. Bugün Türkiye’de ‘sokağa’ en çok ihtiyacı olan, haklarına militanca sahip çıkmaktan başka çıkar yolu görünmeyen, başta ücretli emek olmak üzere bu buhrandan en çok etkilenen kesimler ise bu ortak yasaklamanın, bu burjuva konsensüsün geçerliğini bizzat sokakta bozdu. ‘Sokak’ denilen, ama esasen sokak kavramını da aşacak bir politik alanı ifade eden şeyin meşruluğu, egemenlerin hoşgörüsünden ya da ‘politik stratejisi’nin vereceği izinden kaynaklanmaz. Emeğin yaklaşık iki aydır süren itirazı, henüz halen son derece sınırlı bir alanda gerçekleşmesine rağmen bunu gösterdi. Erdoğan, bir yandan TÜSİAD kurmaylarının evi önünde eylem yapan işçilerin darbedilerek ve ters kelepçeyle gözaltına alındığı ülkenin yöneticisidir, fakat diğer yandan da emekçi gövdeyle “hayat pahalı ama bak işiniz var, bahara-yaza kadar sabredin” diye ‘müzakere’ etmek zorunda kalmaktadır.
Emekçiler, modern burjuva toplumunu etkileme ve değiştirme gücüne tarihsel olarak sahip. Asalak burjuva aydınların etiketlemek istediği gibi ‘romantik bir temenni’ değil, hâlihazırda güncel olarak sınanan ve teyit olan bir maddi güç. Anlı şanlı ‘iktidar muhalifleri’, inşaat işçileri kendilerine reva görülen yemek için yemekhaneyi dağıttığında yahut Migros işçileri patronun kapısına dayandığında ‘akil adam’lar olarak ortaya çıkıyorlar. İktidarı ‘göndermenin’ sihirli ve karmaşık formülüne zarar gelmesinden endişe ediyormuş gibi yapıyorlar; aslında iktidarı göndermeye değil, kendi iktidarlarının yoluna zorluk çıkacak diye korkuyorlar.
Bugünün Türkiye’sinde de, daha başlangıç aşamasında olan bir emek hareketi, herkesin ‘muhalifliğini’ de saydamlaştıran bir etkiyle beraber değiştirici gücünü hissettiriyor. ‘İhracatçı yeni model’ ile ‘yeşil dönüşümcü geleceği inşa’ projeleri ya da onların uzantıları arasında değil, bağımsız bir hatta durduğunda ortaya çıkıyor bu güç. Ve Madam Defarge’ın bu yazının başında alıntılanan berrak sınıf bilincini hatırlamaya vesile oluyor… Madamın sözleri işçi sınıfına miras kalıyor: “Rüzgâra ve ateşe nerede duracağını söyleyin, ama bana söylemeyin.”
(1) C. Dickens, İki Şehrin Hikayesi, T. İş Bankası Yay., sf. 452
(2) K. Marx, Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i, (Fransız Üçlemesi içinde) Yordam Kitap, sf. 171
(3) Bu yazıda, Erdoğan’ın sözlerine ilişkin tüm alıntılar Cumhurbaşkanlığının resmi sitesinden alındı, yalnızca dil ve imla bozuklukları düzeltildi.
Evrensel / 19.02.22