İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun, geçtiğimiz perşembe günü TGRT canlı yayınında söyledikleri arasında en çok Ümit Özdağ’la ilgili olanlar dikkat çekti. Onlar elbette önemliydi, hatta programın varlık nedenlerinden biri de o sözlerdi. Ama Özdağ’a ilişkin meydan okumanın gölgesinde kalan, hak ettiği ilgiyi görmeyen şu sözleri de söylemişti o programda:
“Fabrikanda Suriyeliyi çalıştır, sömür, sigortasını yaptırma. Sonra ayak ayak üstüne at, ‘Ne olacak bu Suriyelilerin hali’ de. Bir milyon insan gidecek. Kim isyan edecek biliyor musun? O iş sahipleri.”
Bu sözlerin, devletin sınıf karakterini berrak şekilde gösterdiğini söylemeli öncelikle. Türkiye kapitalizminin polis nazırı ülkedeki göçmen işçileri, daha yüksek dereceden bir sömürüyle, sigortasız şekilde ve hiçbir hukuki bağa sahip olmadan çalıştırarak, fazladan artık değer / kâr elde eden patronlar bulunduğunu ve kendisinin de bunları bilmekte olduğunu (zaten aslında herkesçe bilinen bu sırrı) itiraf etmiştir. Daha ilgi çekici olan, bu köleciliği, yetki alanındaki sözde görevlerinden biri olarak kovuşturmadığı gibi, güncel bir anlaşmazlık anında koz olarak kullanmasıdır. Bakan, bir temsilcisi olduğu hükümetin bu yüksek sömürüdeki hissesini hatırlatmaktadır. Göçmen emeğinin azami sömürüsünden elde edilen yüksek kapitalist kârlardan, iktidarın siyasal temsilcilerinin payına düşen bu hisse, sığınmacılar gündemini kontrol altına almak gerektiğinde, pey olarak masaya sürülmüştür. “Fabrikanda Suriyeliyi çalıştır, sömür, sigortasını yaptırma…” sözlerinin, söylenmemiş kısmı şöyle tamamlanabilir: “Ben de bunları görmezden geleyim, sahada senin için her türlü tedbiri alayım…”
Göçmen proleterler üzerindeki derebeyliğin iki yüzünü de gösterir bu itiraf: İş sahipleri ve polis, sermaye ve devlet.
* * *
Türkiye’de kartopu gibi büyüyen ve ‘merkez’ siyasette derhal bazı sonuçlar üreten sığınmacı gündemi, yukarıda anılan yönüyle ‘popüler’ olmadı pek. Sonbahardan itibaren şok dalgaları halinde ilerleyen ekonomik sarsıntılar, tüm ücretli emeği, profesyonel meslek sahiplerini, küçük üretici ve esnafı, eğitiminin, layık olduklarının haksızca elinden alındığını düşünen işsiz ve geleceksiz gençleri yoksullaştırdı. Temel tüketim mallarındaki fahiş fiyatlar, kira, ulaşım vb. giderlerdeki olağanüstü artış ve ücretlerdeki reel kayıplar, özellikle orta sınıfın çeşitli katmanlarını çöküntüye uğrattı. Bu çöküntü, neofaşist bir siyasal gericiliğin de imkânlarını ve ‘alıcısını’ çoğalttı. Kalp atışları daha önce de türlü vesilelerle duyulmuş bir ‘aşırı sağcı’ reaksiyon, ‘aşırı sağ’ iktidarın yarattığı sorunlara karşı, özellikle yıkım halindeki küçük burjuvazinin saflarında ilgi uyandırmaya başladı. Göçmen/sığınmacı gündemi, bu reaksiyon için işlevli bir kaldıraç oldu. Bunlar, Türkiye’yi 20 yıldır kılıktan kılığa girerek yöneten siyasal İslamcıların ve onların öncülüğündeki son koalisyonun (Cumhur İttifakı) gerilediği, siyasal olduğu kadar fiziksel olarak da iflasa doğru gittiği koşullarda gerçekleşince, yankısı genişledi. Türkiye’deki göçmen kitlelerin, bir yandan da Türkiye kapitalizminin bir fonksiyonu olduğu gerçeği münazaralardan kovuldu. Ve bu gerçeği hatırlatmak, ironik biçimde Süleyman Soylu’ya ‘düştü’.
Soylu’nun çeşitli sosyal kesimlere anlamlı hatırlatmalarla dolu cansiperane çıkışından kısa süre –dört gün– sonra Erdoğan’ın söyleminde görülen kesinlik, bu küçük burjuva hararetin, iktidar için bir sorun olmanın yanı sıra neredeyse bir fırsat olarak da değerlendirildiğini gösteriyor. Saray’ın söyleminin, geçici bir netlik ayarının ardından, 9 Mayıs günü MÜSİAD’ın ödül töreninde açıklığa kavuşması, basit bir tesadüf olarak görülmemeli. İçişleri Bakanı, “Fabrikanda Suriyeliyi çalıştır, sömür, sigortasını yaptırma” derken, belli belirsiz bir sermaye sınıfı ima ediyor gibi görünüyordu, ama esasen çatal dilli bir ‘uyarı’ydı bu. Bir yandan, sermayenin tüm kesimlerine, onlarla yıllardır sürdürdükleri işbirliğinin, emek rejiminde yarattığı canavarlığın ortak sorumluluğunu hatırlatıyordu. Ama diğer yandan da, neredeyse köleleştirilmiş göçmen emeğinden en çok yararlanan patronlara bir tür ‘siyasal kader ortaklığı’ hatırlatmasıydı belki… Erdoğan’ın muhacirlere dair şu sözleri MÜSİAD toplantısında söylemesi, bu bakımdan daha anlamlı:
“Kendileri arzu ettikleri zaman vatanlarına dönebilirler ama biz onları asla bu topraklardan kovmayız ve kovmayacağız. Birileri çıkmış durmadan laf salatası yapıyorlar. Yok ya. Biz asla, kapımız açık onlara, ev sahipliğimizi yapmaya devam edeceğiz ve onları katillerin eline, kucağına atmayacağız. Onun için de bu süreç içerisinde bu yardımseverliği yapıyorsak yapmaya devam edeceğiz.”
İslamcı sermaye, öncesi bir yana, 80’ler ve 90’lar boyunca, başta ucuz emek olmak üzere yerel ‘olanak’lardan yararlanarak elde ettiği ve kendisine büyük bir birikim avantajı sağlayan azami kârlarla semirmiş, iktidardaki payını büyütmüştü. Şimdi de rejimin “yatırım-üretim-ihracat-istihdam” parolasıyla tarif ettiği dönüşümün asli unsuru, ekonomik-politik çekirdeği olarak görünüyor. Bakanın hizaya getirici uyarısından sonra cumhurbaşkanının istikameti göstermesi bu yüzden önemliydi: Kazancınıza olan şeyi politik olarak da savunun… Erdoğan, üstyapıda cereyan ediyormuş gibi görünen çatışma için asli taraflara, altyapıdaki müttefiklerine seferberlik görevi yazıyordu.
İlgili sermaye çevreleri bu mesajları derhal aldı. MÜSİAD Başkanı Mahmut Asmalı’nın, Erdoğan’ı ağırladıktan hemen sonraki gün çıktığı BloombergHT yayınında söyledikleri bunun teyididir:
“İnsanlarımız özellikle ağır işlerde emek yoğun işlerde çalışmak istemiyor, çalışsalar bile çok verimli olmuyor. Dolayısıyla yabancı uyruklu işçiler bu tarz işlerde daha çok çalışıyor.”
Asmalı, hem bir kapitalistin akıl yürütmesini hem de siyasal gerilime ilişkin tarafını açığa vurmaktadır. Ardından “yabancıları çalıştıralım ama vatandaşlık vermeyelim” düzeyinde, daha aleni cezbelenenler de oldu. Ama bu ilham verici detayları bir yana bırakırsak denebilir ki, sermayenin bir kesimi, göçmen/sığınmacı hararetinde, ekonomik ve buna bağlı politik bir tutumu alenen almak durumunda kalmıştır.
Bu sermaye kesimine, tüm saray memurlarını, doğrudan ya da dolaylı olarak kamu olanaklarından geçinen siyasal İslamcı ulemayı, bürokrasi, medya vb. yerlerdeki iktidar elitlerini, elhasıl tüm rejim asalaklarını da eklemeli.
Böylelikle, başlangıçta iktidarı zorlayacak yanlarıyla dikkat çeken ‘sığınmacılar gündemi’, ekonomik ve sosyal kolonlarıyla o bloku tahkim etmek için kullanılmaya başlandı. Çıplak çıkarla sıkıca bir araya gelmiş bir çekirdek, toplumun –hiç değilse gerekli bir bölümünün– rızasını devşirmekten daha ‘acil’ bir ihtiyaç olmuştu zaten çoktandır. Ekonomik, politik ve ideolojik veçheleriyle göçmen meselesi, bu zaruri adımı atmak, çekirdeği ısıtmak için riskli ama kullanışlı bir fitile dönüştürülmek istendi, bu kısmen başarıldı.
Ama iktisadi alandaki bu saflaşmanın tek başına yeterli olmayacağı açık. Söz kolaylığı açısından, temsil ettiği tarihsel blokun ayrıntılarından soyutlayarak söylersek, “Erdoğan”, yerel ve uluslararası tüm özgüllükleri içinde Türkiye’nin iktidarını elde tutmak için siyasal ve toplumsal yönleri de bulunan, çok katmanlı bir topyekûn taarruz planının içinde görünüyor. Yargının başlıca sopa haline geldiği bir siyasal şiddet gösterisi, tüm devlet olanaklarının açıktan seferber edildiği ve yerel müttefiklerle birlikte görünmekten kaçınmadığı daha cüretkâr bir İslamizasyon bu ‘taarruz’un içerideki belirtileri olarak ortaya çıkıyor. Festival yasaklamaları, rakı fotoğrafına tutuklama talepleri, kadınların giysilerine yönelik taciz niteliğindeki sözler, seçim yasasında yapılan değişiklik, CHP yöneticilerine verilen ve yenilerinin habercisi olan cerrahi cezalar, HDP’li milletvekiline parti merkezinin önünde uluorta yöneltilen ‘çivileme’ tehdidi, İstanbul Belediyesi’nin hem bir ekonomik imkânlar havuzu hem de siyasal bir kale olarak [kayyum gibi] bir yolla fethedilmesine yönelik dinmeyen çabalar…
İçerideki tüm bu siyasal terör ve dinsel dayatma politikalarına; dışarıda da küresel kapitalizmin amaçlarıyla uyumlu olmaya en az ilk günlerdeki kadar açık bir uluslararası pozisyon eşlik ediyor. Batı’nın göçmen meselesi ve Ukrayna savaşı gibi iki güncel konudaki tutumları da gösteriyor ki, ilkesiz bir ilişki için çok sayıda yol bulunabilir.
Türkiye kapitalizminin önemli unsurlarıyla doğrudan ittifak halinde olan, devletin zor araçlarını, ideolojik aygıtları elinde bulunduran rejim; toplumun ‘çoğunluğuna’ ihtiyaç duymayacağı bir ‘çıkışa’ da hazırlık niteliğinde aleni bir kamplaşmanın, yargının, kolluğun ve mümkün olan tüm unsurların muharip güç haline geldiği bir çatışmanın içinde ikbal aramaktan kaçınmayacağını gösteriyor.
Türkiye halkının karşı karşıya kaldığı derin ekonomik çöküntü ve bu çöküntüde inşa edilmeye girişilen ekonomik-toplumsal dönüşüm, kendiliğinden bir karşı siyasal sonuç üretmeyecek. İktidarın topyekûn taarruza dönüşme işaretleri veren ve seçimli ya da ‘seçimsiz’ bir süreç boyunca devam edeceği tahmin edilebilen stratejisi karşısında, seçim aritmetiklerine dayalı bir politik hattın dayanıklı olmadığını görmek içinse yeterince musibet yaşanmış olmalı.
Mavi Defter / 13.05.22