15 Temmuz darbe girişiminden üç sene önce, 2012 yılında, AKP-Cemaat koalisyonunda ilk çatışma emareleri görülmeye başlanmışken, dönemin AKP Genel Başkan Yardımcısı “Cemaat devleti ele geçirmiş, devlete sızmış, bunlar kargaları güldürür. Bu paranoyaları bir kenara bırakalım” demişti.
Şimdilerde kimi “paranoya” sahipleri, “kargaları güldürmek” pahasına, cemaatten boşalan yerlerin başka tarikatlar ve cemaatler tarafından doldurulduğunu, devletin farklı birimlerinin cemaatler tarafından parsel parsel bölüşüldüğünü ve kadrolaşmanın alıp başını gittiğini hem devlete hem topluma anlatmaya, yükselen tehlike karşısında hem devleti hem toplumu uyarmaya çalışıyor ama nafile.
Toplum giderek daha fazla tehlikenin farkına varsa da, iktidar katında –doğal olarak- değişen bir şey yok. İçişleri Bakanı’na göre “herhangi bir inanç grubunun, devletin birtakım noktalarını yönettiği ve sızdığı değerlendirmeleri, başlı başına yeni bir istismar alanı” ve “doğru değil.” Bunların hepsi “yalan” ve “provokasyon.”
Bakan aynen böyle söylüyor, tıpkı 2012 yılında olduğu gibi ve sanki 15 Temmuz hiç yaşanmamışçasına.
Feodalleşen devlet
Tarikat ve cemaatlerin böylesine güçlenmesinin gerisinde sermaye düzeninin dinselleşmeye duyduğu ihtiyaç bulunuyor elbette, doğru. Buna geleceğiz ama mesele sadece bundan ibaret değil. Yeni rejimle birlikte devlet aygıtının “feodalleşmesi” meselesini de hesaba katmamız gerekiyor.
İktidarın saraya taşınmasıyla ve böylece hukukun, liyakatin, bürokratik işleyiş mekanizmalarının devre dışı bırakılmasıyla birlikte, devlet aygıtının mimarisi, en tepede yer alan saray ve onun altındaki “iktidar adacıkları”, “rant kapıları” olarak yeniden şekillendi.
Bu “iktidar adacıkları”, bu “kapı”lar, birtakım klikler ve hizipler tarafından tutuluyor, bu klik ve hizipler siyasi ve iktisadi rantın dağıtımından daha fazla pay alabilmek için birbirleriyle rekabet ediyorlar. Verilecek bir ihale, bir lisans, bir ruhsat, kadro tahsisi, atama, işe yerleştirme, bunların hepsi, mevcut hukuk düzeninin eğilip bükülmesi ya da tamamen devre dışı bırakılmasıyla ve liyakat hiçbir şekilde göz önüne alınmaksızın, güç ilişkileri tarafından belirleniyor. Herkes gücü ölçüsünde siyasi ve iktisadi rant dağıtımından parsa toplamaya, kesesini doldurmaya, kadrolaşmaya çalışıyor.
Ve elbette ki tarikat ve cemaatler de bundan azade değil. Özellikle Fethullahçı çetenin tasfiyesiyle birlikte ortaya çıkan boşluk, büyük bir kavgayı da beraberinde getirmiş durumda. Sağlıktan yargıya, polisten üniversiteye, farklı farklı tarikat ve cemaatler devletin yeni mimarisini, feodalleşmeyi görüyor ve tam olarak buraya oynuyorlar. Üstelik geçmişten gelen örgütlü bir yapıları, sermayeleri, kadroları olduğu için bu işte çok daha avantajlılar. Bu avantajı kullanıyor ve giderek daha da artan bir güçle devlete yerleşiyor, iktisadi ve siyasi ranttan daha fazla pay alıyorlar.
Velhasıl, mevcut rejim, sadece dinsel karakteriyle değil, moderniteyle, aydınlanmayla, hukukla ve liyakatle olan derdiyle, yani “feodal” karakteriyle de, tarikat ve cemaatleri yeniden üretiyor, söz ve güç sahibi kılıyor.
Dinsel ve sınıfsal
Gelelim işin dinsel ve dolayısıyla sınıfsal boyutuna… Dinsel ve sınıfsalı bir arada boşuna kullanmıyoruz, çünkü Türkiye’de siyasallaşmış din çok net bir şekilde sınıfsal bir karakter taşıyor. Türkiye’deki sömürü düzeni ile dinin siyasallaşması ve siyasallaşmış dinin iktidar olması arasında doğrudan bir bağlantı var.
Kuşkusuz bugünkü iktidar gökten zembille inmedi, bugünkü tarikatlar da son on sekiz yılın ürünü değiller. Türkiye kapitalizminin sol korkusu, sol düşmanlığı, düzenin siyasallaşmış dinin ipine sarılmasını getirdi beraberinde. Aydınlanmış, örgütlü, hakkını arayan, hesap soran, eşitlik, adalet, özgürlük isteyen bir toplumun panzehrinin dinselleşme ve gericilik olduğunu gördü Türkiye yönetici sınıfı ve buraya oynadı. Siyasal İslam’a ve tarikatlara kapılar bu nedenle açıldı, “cehaletin saltanatı” böyle inşa edildi, bugünlere böyle gelindi.
Sendikalı olmayan, grev yapmayan, mitingden, yürüyüşten, eylemden, örgütlülükten korkan, açlığının ve yoksulluğunun hesabını sormayan, adeta pelteleştirilmiş, uyuşturulmuş, toplum olmaktan çıkartılmış bir halk yaratılması gerekiyordu düzenin bekası için ve yaratıldı. Türkiye kapitalizmi İslamcılığı bu yüzden sevdi, bu yüzden iktidara taşıdı, bu yüzden destekledi, bu yüzden desteklemeye devam ediyor.
Güncel bir örnek verelim hemen. Dört gün önce bir cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle Şişecam’ın Mersin’deki tesislerinde başlatılacak olan grev, “genel sağlığı ve milli güvenliği tehdit ettiği” gerekçesiyle 60 gün süreyle ertelendi, yani fiilen yasaklandı. Bu erteleme, aslında artık rutinleşmiş bir uygulamanın ürünüydü. Bu iktidar döneminde, yani 18 yıl boyunca, 195 bine yakın işçinin grevi ertelenmiş, sadece 85 bin işçi greve çıkabilmişti. Ancak mesele sadece bununla sınırlı değildi. Ertelenen, yani fiilen yasaklanan grevlere baktığımızda, 195 işçiden 190 binine yakınının üç büyük sermaye grubunda çalıştığı görülüyordu. İktidar, Koç, Sabancı ve İş Bankası gruplarındaki neredeyse bütün grevleri ertelemiş, yani yasaklamıştı.
Demek ki tüm o “laik sermaye” ve “dinci iktidar” ikilikleri, “laik sermaye”nin aslında hukuk devleti istediğine ve otoriterleşmeyle bir derdi olduğuna ilişkin tüm o tezler, “laik sermaye” ile “dinci iktidar” arasında bir kavga olduğuna dair bütün o iddialar tamamıyla bir palavradan ibaretti. Türkiye’de sömürü düzeniyle dinselleşme arasında varoluşsal bir ilişki vardı ve düzen dinselleşmeyi, dinselleşme de düzeni besliyordu. Bugünkü iktidar tam olarak bunun için vardı, varlık nedeni buydu.
Kapitalizm tarikatlardan vazgeçebilir mi?
Türkiye kapitalizminin içine girdiği büyük krizden öyle kolay kolay çıkamayacağını, kapitalizmin Türkiye’yi düştüğü yerden kaldıramayacağını, Türkiye’nin köklü sorunlarının kapitalist bir düzen içerisinde çözülemeyeceğini, düzenin topluma, emekçilere, gençlere, kadınlara vaat edebileceği bir gelecek kalmadığını sürekli söylüyoruz.
Söylememiz gereken başka bir şey daha var: Türkiye’de düzen yaşadığı büyük krizin, toplumda yarattığı derin yoksulluğun ve bunun beraberinde getirebileceği sonuçların çok net olarak farkında. Türkiye sermaye sınıfı, toplumun geniş kesimlerinin açlık ve yoksullukla sınanıyor olmasının yarattığı hoşnutsuzluğu ve bu hoşnutsuzluğun bir homurdanmaya dönüşme ihtimalini sınıfsal sezgileri nedeniyle herkesten daha iyi görüyor.
Açlığın, yoksulluğun, hayat pahalılığının, işsizliğin gelmiş olduğu noktada, Türkiye’de düzenin elinde dinselleşmeden başka neredeyse hiçbir araç kalmamış durumda. Belki milliyetçilikten söz edilebilir ama o da tek başına istenen işlevi göremez, ancak dinselleşmeyle birlikte işe yarayabilir. Tam da bu nedenle, Türkiye kapitalizmi dinselleşmeden, tarikatlardan, cemaatlerden ve bunların sosyal bir patlama karşısında taşıdığı bariyer rolünden şu anki konjonktürde öyle kolay kolay vazgeçemez. İktidar, -İslamcılık içi rekabetin de etkisiyle- belki göstermelik kimi adımlar atabilir, kimi tarikat ve cemaatleri denklem dışı bırakabilir ama özü itibariyle dinselleşmeye ve onun beslediği tarikat/cemaat olgusuna dokunamaz.
Eğer Türkiye toplumu önüne bir sorun olarak tarikat ve cemaatleri koymuşsa, tarikat ve cemaatleri tartışmaya başlamışsa, mutlaka ve mutlaka dinselleşmeyi de tartışmalıdır. Dinselleşmeyi tartışmak ise Türkiye’nin düzenini, düzenin sınıfsal karakterini tartışmak anlamına gelmektedir. Kim ki “tarikatlar, cemaatler kapatılsın” diyorsa, bu saatten sonra “bu düzen değişmeli” demeye de mecburdur. Kim ki dinselleşmeyle bir derdi olduğunu düşünüyorsa, bu düzenle de bir derdi olmalıdır. Yok eğer demiyorsa, en hafif tabirle, kendi kendini kandırıyor demektir.
Dinci gericilikle sömürü düzeni arasında varoluşsal bir ilişki varsa -ki var- dinci gericiliğe karşı çıkmadan sömürü düzenine, sömürü düzenine karşı çıkmadan da dinci gericiliğe karşı çıkmanın artık imkânsız olduğu görülmelidir. Bir çıkış aranıyorsa, çıkış buradadır.
soL / 14.10.20