“Şeytanın en büyük hilesi, insanları var olmadığına inandırmasıdır” diye bir söz vardır. Bu sözü Türkiye liberalizmine “liberalizmin Türkiye’deki en büyük hilesi, insanları zayıf/güçsüz olduğuna inandırmasıdır” diye uyarlayabiliriz. Çünkü liberal ideolojinin Türkiye’de güçlü ve etkili olmadığı yönündeki tez büyük ölçüde bir şehir efsanesinden ibarettir.
Kuşkusuz bütün ideolojiler gibi liberalizm de Türkiye’ye geç gelmiştir ama örneğin kapitalist üretim ilişkilerinin Osmanlı İmparatorluğu’nun sınırlarından içeriye sızmaya başladığı andan itibaren, henüz kimse kendisine “liberal” demediği halde, Osmanlı devleti dünya ekonomisine “serbest ticaret”in ilkeleriyle ve bir “açık pazar” olarak, yani “liberal” bir modelle dâhil olmuş, bu da sanayileşme potansiyelini daha baştan kaybeden Osmanlı’yı bir süre sonra bir yarı-sömürge haline getirmiştir.
Osmanlı’nın bir açık pazar olmaktan çıkarılması ve korumacı-kalkınmacı-sanayileşmeci politikalar izlenmesi yönündeki fikirler ancak imparatorluğun yıkılmasına birkaç yıl kala “milli iktisat” adı altında ortaya çıkabilmiştir ama o zaman bile etkili olan akım liberalizmdir. Son derece ironik bir biçimde, bugün neredeyse sadece milliyetçilikle anılan İttihat-Terakki iktidarında dahi, ekonominin kontrolü uzun yıllar boyunca dönemin en ünlü liberallerinden Cavit Bey’de olmuştur.
Cumhuriyet’in kuruluşunda da benzer bir durum söz konusudur. Korkut Boratav 1923-1929 arası izlenen politikaları “açık ekonomi koşullarında yeniden inşa” olarak adlandırmaktadır. Yani kuruluş dönemine de liberal ekonomi anlayışı ve piyasacılık damgasını vurmuş, korumacılık ve sonrasındaki planlı ekonomi ile devletçilik ise ancak 1929 kriziyle birlikte ve adeta bir tür zorunluluk olarak gündeme gelebilmiştir.
1946 yılına gelindiğinde, Celal Bayar ve İş Bankası’nda temsil edilen sermaye gruplarının bastırmasıyla zaten büyük ölçüde tavsamış olan planlamadan ve devletçilikten vazgeçilecek, ABD’nin Türkiye gibi ülkeler için öngördüğü bir şekilde, yine “açık kapı” politikalarıyla ve “hammadde üreticisi” bir ülke olarak uluslararası sisteme entegre olunacaktır. Yani burada da liberal anlayış baskın gelecektir.
1950’lerin piyasacı Menderes’inden 1960’lar ve 70’lerin piyasacı Demirel’ine uzanan yolda bir “planlamacı-kalkınmacı 27 Mayıs uğrağı” vardır ama bunun da ömrü uzun olmamıştır. 27 Mayıs Devlet Planlama Teşkilatı’nın kuruluşunu, ithal ikameci sanayileşmeyi ve devletin sanayi alanındaki büyük yatırımlarını beraberinde getirecek ama özellikle 1965’ten itibaren “antikomünizm” ve “hür teşebbüs” söylemiyle liberalizm kendini var etmeyi bilecektir.
24 Ocak Kararları ve 12 Eylül sonrasındaki dönem elbette ki liberalizmin ve piyasacılığın saltanat yıllarıdır. Hiç de şaşırtıcı olmayan bir şekilde, Türkiye’de neo-liberalizm asker postalıyla inşa edilmiş, taşıyıcılığı da “sivil” Turgut Özal’a verilmiştir. Tüm bir 90’lı yıllar SSCB’nin ve reel sosyalizmin çözülüşünün zafer sarhoşluğuyla serbest piyasaya daha da güçlü bir şekilde iman edilmesiyle geçecek ve zaten AKP de o “iman”ın üzerine kurulacaktır. Tam da bu nedenle, “piyasacılığa iman” bağlamında AKP iktidarı bir “kopuş”a değil, bir sürekliliğe işaret eder.
Üstelik AKP iktidarı o sürekliliği mantıksal sınırlarına doğru genişletmiştir. 90’lı yıllar boyunca yapılan özelleştirme tartışmaları AKP döneminde sona ermiş ve bütün kamusal varlıklar sermayeye altın tepside hediye edilmiştir. Sendikalar zayıflatılmış, emek hareketi etkisizleştirilmiş, ücretler reel olarak aşağıya çekilmiş, emeğin üretilen zenginlikten aldığı pay giderek azalırken sermayeninki artmıştır. Buna ek olarak taşeron ve güvencesiz çalıştırma kural haline getirilmiş, sermaye vergi istisnaları ve teşviklerinden sınırsızca yararlanırken, vergi yükü dolaylı vergiler aracılığıyla iyiden iyiye çalışanların sırtına bindirilmiştir.
Türkiye’de liberalizm sadece ekonomi alanında değil, siyasal alanda da güçsüz/zayıf bir ideoloji olarak görülemez. Bu yazıda bunun üzerinde uzun uzadıya üzerinde durmayacağım ama örneğin tek parti CHP’sinden kurtulmak için Demokrat Parti’ye, 12 Eylül’den kurtulmak için Özal’a, vesayetten kurtulmak için Erdoğan’a ve bugün de Erdoğan’dan kurtulmak için CHP’yle dostlarına bel bağlamak açıkça liberal bir tutumdur ve Türkiye’deki ortalama “aydın” bu tutumu süreklileştirmiştir.
Benzer bir şekilde hem akademide hem de düşünce dünyasında Osmanlı-Türkiye tarihinin sınıfsızlık ve emek-sermaye çelişkisinin yokluğu üzerinden okunup bunun yerine “merkez-çevre”, “ceberut devlet-mazlum halk”, “vesayetçi elitler-mütedeyyin kitleler” gibi ikilikler ikame edilmesi de yine liberalizmden kaynaklanmaktadır. Dün “yetmez ama evet” ahmaklığında somutlaşan bu tutum, bugün örneğin “AKP Kemalistleşti, devlet Erdoğan’ı kontrolü altına aldı, demokratik adımlar atılması engelleniyor” gibi saçmalıklarda somutlaşmaktadır.
“Uzun uzadıya durmayacağım” demiştim, o yüzden tekrar ekonomi alanına dönelim ve oradaki ahmaklık ve saçmalıklara bakalım. Geçtiğimiz günlerde “Fiyat İstikrarı Komitesi” adlı bir yapılanmaya gidilmesine liberallerin verdiği ilk tepki “komünistler iktidar oldu” şeklindeydi ve bunu espri olsun diye söylemiyorlardı, gidişatın buraya doğru olduğuna gerçekten inanıyorlardı. Liberallere göre iktidar partisi bir süredir serbest piyasaya müdahale anlamına gelen politikalar izliyordu ki bu da onun sosyalist-komünist bir yönelim taşıdığı anlamına gelmekteydi.
Oysa malum kişiye anlatır gibi ve meselenin sadece ekonomi boyutunda kalarak anlatmak gerekirse, bir, dünyada kapitalizmin kalesi ABD de dâhil olmak üzere piyasanın “saf” bir şekilde işlediği ve ekonomiye devletin müdahale etmediği hiçbir ülke yoktur ve iki, önemli olan bu müdahalelerin hangi sınıfların lehine ve aleyhine olduğudur.
Kapitalist devletler piyasanın o liberal masaldaki gibi kendiliğinden dengeye gelmeyeceğini bildikleri için ekonomiye müdahale ederler ve zaman zaman emek lehine düzenlemeler yapmak zorunda kalsalar da asli görevleri sermayenin uzun vadeli çıkarlarını garanti altına alacak hukuki, siyasi ve ekonomik düzenlemeleri yapmaktır.
Bu durum elbette ki AKP için de geçerlidir ve tam da bu nedenle liberallerin “komünistler iktidara geldi” dediği gün Erdoğan’ın muhalefeti batı sermayesine “bunlar size ödeme yapmayacaklar” diye şikâyet etmesi ve “sizin çıkarlarınız bizim iktidarımızda” mesajı vermesi tesadüf de şaşırtıcı da değildir.
Yine aynı şekilde, daha birkaç gün önce Türkiye Elektrik İletim Anonim Şirketi’nin özelleştirme kapsamına alınması, Makine ve Kimya Endüstrisi Kurumu’nun statüsünün anonim şirkete dönüştürülerek özelleştirmesinin önünün açılması, PTT’nin özelleştirilmesinin altyapısının hazırlanması ya da özelleştirilerek Cengiz Holding’e verilen Eti Bakır’a milyonlarca liralık vergi teşviki verilmesi ne tesadüftür ne de şaşırtıcıdır.
Tüm bunlar olurken ise liberaller bir yandan belediyenin ucuz ekmek satmasına itirazdan asgari ücret zammına itiraza uzanan bir genişlikte halk düşmanlığı yapmakta, öte yandan ise iktidar partisinin “sermayenin icra komitesi” gibi çalıştığı gerçeğinin üzerini örtmektedirler.
Ortalama ücretlerin asgari ücrete yakınsadığı, asgari ücretin açlık sınırının altında olduğu, milyonlarca kişinin “ücretsiz izin” ya da “kısa çalışma” adı altında aylarca asgarin ücretin de altında bir ücretle geçinmeye mecbur bırakıldığı, işsizliğin patronlar tarafından bir sopa olarak kullanıldığı, gelir dağılımındaki adaletsizliğin korkunç boyutlara vardığı ve yoksullarla zenginler arasındaki uçurumun giderek büyüdüğü bir ülkede iktidarın sosyalistleştiğinden/komünistliğinden söz etmek en hafif ifadeyle sahtekârlıktır, üçkâğıtçılıktır.
Sırf iktidara muhalifler ya da “sevimli”ler diye bunları görmezden gelmemiz mümkün olabilir mi peki? Elbette ki hayır! Türkiye toplumunun bugün içinde bulunduğu durumun esas sorumlusu sermaye düzeni ve sermaye sınıfı olduğuna göre, sadece sermaye ile değil, onun şakşakçılarıyla mücadele etmek de kaçınılmaz bir zorunluluktur.
soL / 07.07.21