Marx’ın Kapital’i, MÜSİAD’ın izole üretim üsleri - Fatih Yaşlı

Makinenin dişlisi haline getirilmek, robotlaştırılmak, boş zamanı dahi gasp edilmek, çocuğu da kendisi gibi kol işçisi olmaya mecbur bırakılmak ve din aracılığıyla ehlîleştirilmek istenenler sadece işçiler olmadığı gibi, bir “çalışma kampı”nda yaşamaya indirgenen hayat da sadece işçilerin hayatı değildir.

  • Haber
  • |
  • Basın derleme
  • |
  • 20 Mayıs 2020
  • 16:52

Siyasal düşünceler tarihine bakıldığında Marx’ın adı genel olarak “özgürlük”le değil “eşitlik”le yan yana yazılmıştır. Oysa burada çok ciddi bir hata vardır; Marx’ta ve Marksizmde eşitlik, özgürlüğün bir ön koşulu olarak önemlidir, esas olan ise eşitlikten beslenen bir özgürlüktür ve bu anlamıyla Marksizm bir “özgürleşme” projesidir.

Marx’a göre kapitalizm burjuva ideologlarının iddia ettiği gibi doğal ve insana en uygun sistem değildir; tarihseldir, inşa edilmiştir, toplumun geniş kesimlerinin köylerinden, topraklarından, üretim araçlarından, , hayvanlarından koparılıp proleterleştirilmeleri, yani emek güçlerini satmaya mecbur hale getirilmeleri bir zor politikasının sayesinde mümkün olabilmiştir.  

Marx’ın kapitalizmde gördüğü şey, sermayenin işçinin kanını bir vampir misali emmesi, onu makinenin bir parçası, bir dişlisi haline getirmesi, robotlaştırması, türsel bir varlık olarak kendine, üretime, emeğinin ürününe ve başkalarına karşı yabancılaştırmasıdır. Sermaye, toplumun ezici bir çoğunluğunu, bizzat insan eliyle yaratılmış olan piyasalara, ekonomideki alçalma ve yükselmelere, krizlere bağımlı ve tabi kılmış, insanın kendisinin yarattığı bir sistem zamanla insanı kontrol eder hale gelmiştir.

İşte tam da bu nedenle Marx’ın sunduğu çözüm önerisi, yani kapitalizmin ilgası, tek başına bir eşitlik meselesi değildir; sosyalizm, insanın kendi kaderini kendi eline alması, hayatının kâr ve birikim üzerine kurulu bir sistem tarafından belirlenir olmaktan çıkarılması, üretimin ve çalışmanın bireyin özgürleşmesi ile toplumsal özgürlüğün bir arada olabileceği şekilde örgütlenmesidir. 

Marx bu yüzden Kapital’de uzun uzun emeğin sermaye tarafından nasıl boyunduruk altına alındığını anlatır, bunun tarihini yazar. Bu tarih yazımı esnasında İngiliz fabrika sistemini, fabrikalardaki sağlıksız çalışma koşullarını, denetimcilerin raporlarını, iş cinayetlerini, cinayetlerle ilgili duruşmaları, iş yasalarını, istatistikleri, çalışma saatlerini, çalışma sürecinin başta çocuk ve kadın işçiler olmak üzere işçi sınıfı üzerinde yarattığı büyük ve derin tahribatı inceler. 

Bu incelemelerin sonunda fabrika sistemini bir çalışma kampına benzetmesi ise şaşırtıcı değildir; çünkü sermaye işçinin sadece emeğinin ürününü değil, sağlığını ve hayatını da çalmaktadır. Marx şöyle der: 

“Toplumsal üretim araçlarında ilk defa fabrika sisteminde gösterilen özen sayesinde sağlanmış olan tasarruf, sermayenin elinde aynı zamanda sistematik bir soygunculuk haline gelir; işçiye çalışırken gerekli olan hayat koşulları üzerinde, yani mekân, hava, ışık ve işçiyi emek sürecinin tehlikelerine veya sağlığa zarar veren etkilerine karşı alınması gereken koruyucu tedbirler üzerinde yapılan bir soygundur bu; işçiye konfor sağlayacak düzenlemeler üzerinde yapılan soygunculuğu hiç anmıyoruz. Fourier, fabrikalar için ‘koşulları hafifletilmiş çalışma kampları’ derken haksız mı?” (Kapital, Cilt 1, s. 406) 

Bir sermaye ütopyası 

Bu köşede 22 Nisan’da yayınlanan “Çarklar Kimin İçin Dönüyor” adlı yazıda, kimi örnekler üzerinden hem Türkiye sermayesinin hem de iktidarın salgının derinleştirdiği ekonomik krizi bir fırsata çevirmeye çalıştığını söylemiş, bunun sadece krizin faturasının çalışan sınıflara çıkarılmasıyla sınırlı olmadığını, yeni bir emek rejimi inşa edilmek istendiğini şöyle anlatmıştım: 

“Toplumun geniş kesimleri açlık sınırının da asgari ücretin de altında bir ücrete mahkûm ediliyor, işsizlik parası ve kıdem tazminatı gasp edilmek isteniyor, toplu sözleşme düzeninin ve grev hakkının askıya alındığı, örgütlenmenin, yürüyüşün, mitingin, eylemin imkânsızlaştırıldığı bir emek rejimi kalıcılaştırmak isteniyor. Kırılgan ve döviz bağımlısı Türkiye kapitalizminin düşük ücret üzerinden uluslararası rekabet gücünün artacağına, bir tür ‘Çin’leşmeyle’ batının ucuz emeğe dayalı ürün tedarikçisi olunabileceğine ve krizden böyle çıkılabileceğine dair hesaplar yapılıyor.”

İşte MÜSiAD’ın geçtiğimiz günlerde açıkladığı “İzole Üretim Üsleri” projesi, hem Marx’tan günümüze sermayenin mantığı açısından hiçbir şeyin değişmediğini hem de yazıda sözünü ettiğim “Çinleşme” hayalinin ete kemiğe büründürülmek üzere olduğunu bize çok net bir şekilde gösteriyor; sermaye kendisini “istisnanın kural haline geldiği” bir döneme ve “süreklileşmiş küresel olağanüstü hal”e modern çalışma kamplarıyla hazırlamaya çalışıyor, çıkışı tam olarak burada görüyor. 

MÜSİAD’ın söz konusu üslerle ilgili olarak hazırladığı materyallere yakından bakıldığında bu söylediklerimin bir abartı olmadığı, sermaye açısından hedeflenenin ne olduğunun çok açık bir şekilde ortaya konulduğu görülebiliyor. MÜSİAD, Korona salgınının “klasik üretim-ticaret ve yatırım sistemini” sorgulanır hale getirdiğini ve “salgın bitse bile bu kez olası yeni salgın ve afetler karşısında üretim ve ticaret sistemini sekteye uğratmadan sürdürülebilir bir sistemin şimdiden planlanması” gerektiğini söylüyor. “İzole Üretim Üsleri” projesinin temelini ise şu soru oluşturuyor: 

“Böylesi krizler her tekrarladığında izole mi olacağız? Üretim ve tedarik zincirlerimiz her defasında böylesi hasarlara mı maruz kalacak? Üretim, tedarik ve yatırım hatlarımızı her türlü olasılığa karşın yeniden dizayn etmenin ve olasılıklar karşısında sürekli hazır olmanın zamanı gelmedi mi?”

MÜSİAD bu soruya olumlu bir yanıt veriyor ve buna hazırlandıklarını, krizi fırsata çevirmenin ellerinde olduğunu söylüyor. Buna göre Türkiye avantajlı bir coğrafyada yer alıyor, dünya ise “riskleri dağıtmanın ne kadar önemli olduğunu” ve “Çin’e bağımlılığın kriz yönetiminde tüm yumurtaları aynı sepete koymakla aynı anlama geldiğini” fark etmiş durumda. “Korona sürecinde tüm dünyanın takdirini toplayan süreç yönetimi” ve “steril ve güvenli üretim zinciri algısı” ise Türkiye’yi “dünyanın yeni tedarik noktası” haline getiriyor.

MÜSİAD, Çin’in salgından kaynaklı olarak bozulan imajının Batı pazarlarının Çin mallarına olan talebini azaltacağını, bu nedenle de Çin’le rekabet edilen ihracat kalemlerinde Türkiye’nin avantajlı hale geleceğini, özellikle gıda sektöründe bir talep artışı yaşanacağını iddia ediyor ve “Türkiye’nin Çin’e nazaran dünya tüketim algısındaki olumlu imajını bu noktada iyi değerlendirmek” gerektiğini söylüyor,  dolayısıyla MÜSİAD öncelikli hedef olarak önüne “uluslararası pazarlarda Çin’le rekabet”i koyuyor. 

Yine MÜSİAD’a göre, dünya ekonomisi ulusal sınırlara doğru bir kapanma süreci içerisinde bulunuyor ve Türkiye’nin ithalatçı konumunda bulunduğu ülkelerde yaşanan kriz, üretimde kullanılan ithal girdilerin de Türkiye’de üretilmesini zorunlu kılıyor, böylelikle ithalatın aşağıya çekileceği ve üretimin “yerli ve milli” bir karaktere kavuşacağı iddia ediliyor.  

Peki tüm bunlar ne anlama geliyor,  bu ne demek? Bu tam olarak sermayenin üretim maliyetleri üzerinden Çin’le rekabet eder hale gelme arzusunun bir yansıması demek. Peki “üretim maliyetlerinde rekabet” ne demek? Emek maliyetinin, yani ücretlerin olabildiğince aşağıya çekilmesi demek. Peki ücretlerin olabildiğince aşağıya çekilmesi neyi gerektiriyor? Elbette ki örgütlü olmayan, biat eden, rıza gösteren, sınıf olmaktan uzak bir işçi sınıfını!

İşte “İzole Üretim Tesisleri” tam olarak bunu hedefliyor. Dünyadan izole edilmiş mekânlarda işçilerin aileleriyle birlikte bir araya getirildikleri, salgın, doğal afet, savaş durumlarında bile, yani şartlar ne olursa olsun çarkların dönmesinin devam edeceği, işçinin sadece çalışma saatleri içerisinde makinenin bir dişlisi haline getirildiği değil, ailesiyle birlikte alışverişten ibadete uzanan bir genişlikte boş zamanının da sermaye tarafından kontrol ve gasp edildiği, bedeninin ve zihninin sermayenin mutlak hükümranlığı altına sokulduğu, kapitalist bir biyopolitik ütopya var karşımızda. 

Projede bu tesislerden “yekpare yaşama-üretme” bölgesi diye bahsediliyor ki, son derece doğru bir tanımlama bu. MÜSİAD’ın ütopyası topyekûn, total bir şekilde, çalışanların hayatlarını kontrol etmek, o hayatları üretim sürecinin bir uzantısından, sermayenin büyümeye ve birikmeye devam etmesine adanmış olmaktan ibaret bir hale getirmek istiyor. Sermayenin kişinin biyolojik ve toplumsal varlığını bütünüyle makinenin bir parçası haline getirme arzusunun ete kemiğe bürünmüş, en somut hali olan, işçi hayatlarının piyasa ve sermaye birikimi adlı tanrılara kurban edildiği, sermaye dininin hüküm sürdüğü bir “kapitalist üretim mabedi” olması için tasarlanmış bir mekân burası tam olarak.    

Bunun için söz konusu tesislerde “sanatı ve kültürü üretimin ve ticaretin içine katmak ve bu sayede sanatın verdiği ayrıntıyı keşfetme ve algılama yetisini her kesim için ulaşılabilir kılmak için” tiyatro ve sinema salonlarının, “dini duyarlılıklara saygı ile yaşam alanındaki ahalinin ibadet şartlarını yerine getirmek üzere” camilerin, “her türlü ihtiyaç için” mağazaların, bankaların, restoranların ve elbette ki dile getirilmese de “işçi çocuklarının da işçi olmaları için” meslek liselerinin açılacağı söyleniyor. Hayat olmaktan çıkarılmış, sözcüğün gerçek anlamıyla “izole” bir hayat işçinin önüne konuluyor, işçiden bu kapitalist ütopyanın içinde, insanlığından izole bir şekilde yaşaması isteniyor. 

Anlatılan senin hikâyen 

Okurların bir bölümü de dâhil olmak üzere toplumun önemlice bir kısmı, birkaç bin işçinin birkaç minyatür kentte bir araya getirilmesinin kendilerini ne ilgilendirdiğini, kendi yaşadıklarıyla bu birkaç bin işçinin yaşadıkları arasında nasıl bir bağlantı olduğunu ve hatta tüm bu anlatılanların siyasetle ne alakası olduğunu düşünebilir. 

Oysa kapitalizmde ekonomik, toplumsal ve siyasal yaşayışın düzenlenmesinin sırrı, emek rejiminin ve fabrika sisteminin nasıl örgütlendiğine bakılarak çözülebilir ancak. Düzenleme üretim alanından, fabrikalardan, atölyelerden, ofislerden, şirketlerden, eğitime, dine, tüketime, eğlenceye, hukuka, yargıya, üniversiteye, yani tüm topluma ve toplumsal yaşayışa doğru yayılır, onu kapsar, kuşatır. Emek rejiminin düzenleniş biçimi topluma sermayenin o büyük hayalini, geleceğe dair tasavvurunu, ütopyasını gösterir. 

Dolayısıyla makinenin dişlisi haline getirilmek, robotlaştırılmak, boş zamanı dahi gasp edilmek, çocuğu da kendisi gibi kol işçisi olmaya mecbur bırakılmak ve din aracılığıyla ehlîleştirilmek istenenler sadece işçiler olmadığı gibi, bir “çalışma kampı”nda yaşamaya indirgenen hayat da sadece işçilerin hayatı değildir. 

Kapitalizmin ütopyası olan şey sadece işçilerin değil, tüm toplumun distopyasıdır, çünkü kapitalizm tüm bir toplumsal yaşayışı emek rejimini düzenlediği gibi düzenlemek, piyasanın ve sermaye birikiminin bir nesnesi haline getirmek istemektedir. Tam da bu nedenle MÜSİAD’ın ütopyası, sadece işçilerin değil, senin de distopyandır ve Marx’a bir kez daha başvurmak gerekirse, “anlatılan” bir kez daha burada da “senin hikâyendir”.

soL / 20.05.20