Bundan 180 yıl önce, 1841 yılında, bugün Almanya’nın sınırları içerisinde yer alan ve eyalet statüsüne sahip olan Renanya’da “odun hırsızlığı” ile ilgili yeni bir yasal düzenleme yapılır. Kapitalizm İngiltere sınırlarından kıta Avrupa’sına doğru taşmıştır ve piyasa ekonomisi adım adım hâkimiyetini inşa etmektedir. Bu, daha önce özel mülkiyet kapsamında olmayan her şeyin bu kapsama alınması anlamına gelmektedir. Her şeyin özel mülkiyet kapsamına alınması ise çoğunluğun mülksüzleştirilmesi ve mülkiyetin küçük bir azınlığın elinde toplanması demektir. Çıkarılan yasa da bu sürecin bir parçasıdır.
Söz konusu yasal düzenleme ile birlikte, “odun hırsızlığı”nın kapsamı genişletilmiştir ve artık sadece köylülerin kışlık yakacak temini için ağaç kesmeleri değil, devrilen ağaçların parçalarını ya da ağaçtan bir şekilde kopmuş dal ve çalı çırpıları alıp götürmeleri de hırsızlık kapsamına alınacak ve cezalandırılacaktır.
Böylece kapitalizm öncesindeki yüzyıllar boyunca köylülerin geleneksel haklarından biri olarak görülen ormanlardan kışlık yakacağını temin edebilme hakkının önüne bir yasal bariyer daha çekilmiş olmaktadır. Çünkü kapitalizmle birlikte artık bir “piyasa toplumu” kurulmaktadır ve bu piyasa toplumunda bırakın ağaçları, ağaçlardan kendiliğinden kopan çalı çırpı parçaları da dâhil olmak üzere her şey, artık özel mülkiyet kapsamındadır.
Aynı tarihlerde, henüz 23 yaşında olan ama daha o yaşta hukuk fakültesinden mezuniyetine bir de felsefe doktorası eklemeyi başaran bir genç, Rheinische Zeitung adlı yeni kurulmuş olan bir gazetenin yazar kadrosuna katılacak ve yazdığı yazılarla hem kendisinin hem de gazetenin başını belaya sokmayı başaracaktır. O gencin adı ise Karl Marx’tır.
Marx, gazetede yeni yasayla ilgili ardı ardına makaleler yazar. Henüz “Marksist” ve komünist olmadığı ve ekonomi-politikle ilgilenmeye başlamadığı için ise meseleyi hukuk perspektifinden değerlendirir ve genel çıkarlarla özel çıkarların karşıtlığı bağlamına yerleştirir: Piyasa ekonomisinin alanı genişledikçe, özel mülkiyet kamusal ya da ortak mülkiyetin alanını daha fazla gasp etmekte, geniş kitlelerin mülksüzleştirilme süreci daha da hızlanmakta ve özel çıkarlar genel çıkarlara daha baskın hale gelmektedir.
Marx çok geçmeden hukuktan ekonomi-politik incelemelerine yönelecek ve aynı dönemde Engels’le tanışmasının da etkisiyle kendisini bütünüyle kapitalist toplumun analizine verecektir. Bunun ilk ürünlerinden biri olan Komünist Manifesto’da ise bakış açısı netleşmiş durumdadır. Artık kendilerine komünist diyen Marx ve Engels, komünistlere yönelik “mülkiyeti ortadan kaldırmak istiyorlar” şeklindeki eleştiriye, kapitalizmin varlık koşulunun toplumun büyük bir çoğunluğu için mülkiyetin ortadan kaldırılması olduğunu söyleyerek yanıt verirler. Yani kapitalizm, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete bir azınlığın sahip olabilmesi için toplumun geri kalanının mülksüzleştirilmesi anlamına gelmektedir.
Peker videolarıyla siyasi söylemin merkezine yerleşen “çökme” tabiri aslında tam olarak bu sözünü ettiğimiz mülksüzleştirmeye tekabül eder. Örneğin şimdilerde sıkça konuştuğumuz ve savcısından emekli amiraline, gazetecisinden bürokratına, ağırlamadığı kimse kalmayan Paramount Hotel’in hikâyesi tam bir çökme hikâyesidir.
Ancak burada kastedilen çökme eylemi, mafyatik para babalarından gücü yetenin bir diğerinin malını elinden alması değildir. Esas çöküş, bu otelin üzerine kurulduğu yerin kamuya ait bir orman arazisi olması ve elli yıllığına özel sektöre kiralanmasıdır. Bu kiralama sonrası, o arazideki binlerce ağaç kesilmiş ve yerine o beton bloklar dikilmiştir.
Evet, ağaçlardan düşen çalı çırpının özel mülk olarak kodlanıp bunları toplamanın hırsızlık sayılmasından, kamuya ait bir orman arazisinin otel yapılması için sermayeye kiralanmasına uzanan bir yol vardır ve o yolun adı kapitalizmdir. Her ikisinde de özel mülkiyet lehine kamusal mülkiyet gasp edilmekte ve özel çıkarlar genel çıkarlara baskın gelmektedir. Kapitalizmde ormandan çalı çırpı toplamaya “hırsızlık”, kamuya ait orman arazisindeki binlerce ağacı kesip üzerine bina dikmeye ise “yatırımcılık” adı verilmektedir.
Kamusal olana bu şekilde çökme günümüz Türkiye’sinde sıradanlaşmış durumdadır. Alamos Gold adlı şirketin altın aramak için hepimize ait olan Kaz Dağları’na, Cengiz İnşaat’ın ise taşocağı projesi için yine hepimize ait olan İkizdere’ye çöküşleri bu sıradanlaşmanın iki çarpıcı örneğidir.
Ancak kapitalizmde kamusal olana çökme sadece bu şekilde gerçekleşmez, özelleştirme bizzat bir çöküş mekanizmasıdır. Kamu kaynaklarıyla ve dolayısıyla halkın cebinden çıkan paralarla kurulan şirketler, fabrikalar, tesisler özelleştirme aracılığıyla sermayeye devredilerek kamusal mülk olmaktan çıkarılıp özel mülk haline getirilirler. Özelleştirme aracılığıyla, sermaye riskli bularak girişmediği devasa yatırımların sahibi olur ve üstelik bu sahip olma esnasında asla satın aldığının gerçek değerini ödemez. Dolayısıyla özelleştirme topluma ait olanın bireylere, kamuya ait olanın özele devredilmesi ve özel çıkarların genel çıkarlara üstün gelmesi demektir.
Son 20 yılda yapılan özelleştirmelerle kamuya ait 70 milyar dolarlık varlığın satıldığı düşünüldüğünde çöküşün boyutlarının ne olduğu daha iyi anlaşılacaktır. Topluma ait olan 70 milyar dolar değerinde kamusal varlık özelleştirme adı altında gasp edilmiş ve sermayeye verilmiştir. Çökme bu değilse tam olarak nedir?
Çökme tam olarak budur ama kapitalizm sadece doğaya ve kamusal olana çökmekle yetinmez, çalışanların ürettiği artı-değere nasıl daha çok çökebileceğinin hesaplarını da yapar ve ona göre adımlar atar. İşte pandemi sürecinde ortaya çıkan kısa çalışma ödeneği, ücretsiz izin gibi mekanizmalar böyle adımlardır. Ve üstelik bu da yetmez, çalışma sürelerini artırma, reel ücretleri aşağıya çekme, sendikalaşmaya izin vermeme, kıdem tazminatına göz dikme… Bunların hepsi sermayenin emekçilere yönelik çökme girişimlerinden başka bir şey değildir.
Velhasıl kapitalizm süreklileşmiş bir çökme, bir çöküş faaliyetinin adıdır, sermaye bu şekilde biriktirilir. Ancak çökme ya da çöküş denildiğinde günümüz Türkiye’si için söylenmesi gereken başka şeyler de vardır ve en başa şu yazılmalıdır: Sermayenin toplumsal ve kamusal olana çökme faaliyetinin Türkiye’yi getirdiği yer topyekûn bir çöküş olmuştur.
Bugün mafya videolarından ortaya saçılan ve Marmara Denizi’ni kaplayan müsilaja benzeyen cerahat, yani uyuşturucu kaçakçılığından rüşvet ağına uzanan genişlikte tanıklık ettiğimiz şeyler, bir anomali, bir sapma değil, kapitalizmin normalidir ve sermayenin çökme faaliyetinin beraberinde toplumu nasıl bir çöküşe sürüklediğini hepimize çok net bir şekilde göstermektedir.
Türkiye’de düzen, yoluna devam edebilmek için solun karşısına, emek hareketinin karşısına, eşitlik ve özgürlük talebinin karşısına, yurttaşlığın karşısına, Türk sağını, İslamcılığı, dinselleşmeyi, kontrgerillayı, çeteleri, mafyayı, tarikatları çıkarmıştır ve bugün yaşadığımız çöküşün nedeni de tam olarak budur.
Marmara Denizi’ni kaplayan müsilajla tüm toplumu kapladığı mafya videoları ile açığa çıkan müsilajın kaynağı aynıdır: Düzenin kâr hırsı ve bunun karşısına dikilebilecek her türlü toplumsal gücü bertaraf etmeye yönelik yıkıcılığı. Eğer bu kaynak aynıysa, Marmara Denizi’ni kaplayan müsilajla ve toplumu kaplayan müsilajla aynı anda mücadele edilmesinin gerekli olduğu görülmelidir. Sermayenin işçinin emeğine, ormana, ağaca, denize çökme faaliyetinin karşısına dikilmediğimiz sürece toplumsal çöküşü durdurma şansımız bulunmamaktadır.
soL / 23.06.21