24 Ocak akşamı, Elazığ depreminin üzerinden daha bir saat bile geçmemişken, Kızılay Başkanı sosyal medya üzerinden yaptığı daha ilk açıklamada vatandaşlardan 10’ar lira bağış istiyor, gelen tepkiler üzerine ise bu açıklamayı silmek zorunda kalıyordu. Bu “bağış fetişizmi”nin nedeni ise sonradan, depremin üzerinden dört beş gün geçtikten sonra anlaşılacaktı.
Depremde ilk yıkılan binalar yoksulların yaşadığı binalar olduğu halde, depremin verdiği zararla izlenen kentleşme politikaları arasında doğrudan bağlantı bulunduğu halde, belediyelerin nasıl birer rant aktarma mekanizmasına dönüştüğü bilindiği halde ve deprem vergilerinin başına neler geldiği herkesin malumu olduğu halde, toplumun üzerine günlerdir “deprem siyaset üstü bir meseledir” propagandası boca ediliyorken, Kızılay’la ilgili bir bağış belgesi ortaya çıkacak ve bütün bu propagandayı tuzla buz edecek bir şekilde gündeme adeta bomba gibi düşecekti.
Gıdadan inşaata, sadaka ekonomisinden iş cinayetlerine
Belgeye bakıldığında Torunlar Grubu’na ait Başkent Doğalgaz A.Ş’nin Ensar Vakfı’na Kızılay üzerinden 8 milyon dolarlık bir “bağış” yaptığı görülebiliyordu ve Kızılay da yaptığı açıklamada belgenin doğruluğunu kabul ediyordu. Yeni Türkiye’nin kilit kurumları haline gelen ve rejimin ekonomi-politiğini anlamak açısından büyük ipuçları veren vakıflardan biri olan Ensar Vakfı’nı Karaman’daki çocuk istismarı skandalından hatırlıyorduk. Peki ya Torunlar ve Başkent Gaz, bunlar neyin nesiydi, Kızılay bu işin neresindeydi, para neden doğrudan Ensar’a verilmemiş, Kızılay paravan olarak kullanılmıştı?
Torunlar Grubu’nun başındaki isim olan Aziz Torun, Erdoğan’ın imam-hatip lisesinden arkadaşıydı ve önceleri gıda sektöründe yer alıp sonradan inşaat sektörüne de yönelen şirketin esas büyümesi elbette ki AKP döneminde gerçekleşmişti. “Sadaka ekonomisi”nin en önemli ayaklarından birini oluşturan yoksullara yönelik gıda yardımları için gerekli ürünler Torunlar’dan satın alınıyordu. Böylece, devletin yüksek gelir gruplarından aldığı vergilerle finanse etmesi gereken sosyal yardımlar bizzat o yüksek gelir sahiplerine kamu kaynakları aktarılarak ve sadaka kültürünü güçlendirecek şekilde gerçekleştiriliyor, böylece hem sermaye ihya ediliyor, hem de yoksulların oy deposu haline getirilmesiyle bir taşla iki kuş vuruluyordu.
Bir Gayrimenkul Yatırım Ortaklığı olarak gıdadan inşaata geçen ve İstanbul’daki çok sayıda inşaat işini yürüten Torunlar’ın Ali Sami Yen Stadı’nın yerine yaptığı Torun Center’da çalışan 10 işçi, 6 Eylül 2014’te, asansörün 32. kattan yere çakılmasıyla, yani bir iş cinayetiyle hayatını kaybetti. Şirket sahiplerinden ve üst düzey yöneticilerden kimse ceza almazken, şirket faaliyetlerine de herhangi bir yaptırım, sınırlama getirilmedi. Ölen işçiler, inşaat üzerine kurulu ekonomik modelin, rejimin ekonomi-politiğinin görev zayiatı olarak kabul edilmişler, son on yedi senedeki sayısız ve artık sıradanlaşan iş cinayetinde olduğu gibi, bu olayda da failler gerektiği şekilde cezalandırılmamıştı.
Belediyeden ranta, İstanbul’dan Suriye’ye
Şirketin yönetim kurulunda iki tanıdık isim, eski AKP’li bakanlardan Ali Coşkun ve eski AKP Küçükçekmece Belediye Başkanı Aziz Yeniay bulunuyordu. Yeniay belediye başkanlığı yaptığı dönemde aynı zamanda İstanbul Büyükşehir Belediyesi İmar Komisyonu Başkanı’ydı. Torunlar’ın yakın dostu olan Yeniay, 2007 yılında Torunlar’ın üzerine Mall Of İstanbul’u yapacağı arazileri vatandaşların elinden belediye aracılığıyla ucuza almak istedi ve bunun için iki kere imar planlarında değişiklik yaptı, ancak arazi sahiplerini satışa ikna edemedi. Bunun üzerine 2008’de TOKİ devreye girdi ve vatandaşlara arazilerinin üzerine okul yapılacağını, acilen bu arazileri satmaları gerektiğini bildirdi. Ancak alıcı TOKİ değil, Torunlar’dı ve itiraz eden vatandaşlara da okulu Torunlar’ın yapacağı söylenmişti, üstelik okul falan da yapılmayacaktı, bu da bir yalandı.
Yeniay çabalarının ödülünü 2014 yılında Torunlar’ın yönetim kuruluna girerek aldı. Arazileri elinden alınan bir vatandaşın yaptığı suç duyurusu sonrası Küçükçekmece Başsavcılığı 2017 yılında Yeniay’la ilgili olarak İçişleri Bakanlığı’ndan soruşturma izni istedi. Ancak Bakan Soylu soruşturma izni vermedi ve dosya kapandı.
Aynı Yeniay, Bahadır Özgür’ün Duvar’da yayınlanan 4 Şubat tarihli “Kuyruklar birbirine dolaştı: ÖSO, arsa, borsa” adlı yazısından öğrendiğimize göre 2015 yılında 24 Gayrimenkul Portföy Yönetimi A.Ş. adlı bir şirketin %20 hissesinin sahibi ve büyük ortağı oldu. Peki şirketin diğer ortaklarından biri kimdi? Yine aynı yazıdan öğrendiğimize göre bu isim, bir zamanlar Esad muhaliflerinin çatı örgütlerinden biri olan Suriye Ulusal Konseyi (SUK) üyesi ve Türkiye sözcüsü Fevzi Zakiroğlu’ydu ve Zakiroğlu’nun şirketteki unvanı “Kuzey Afrika ve Ortadoğu Bölgesi CEO’su”ydu. İstanbul’dan Suriye’ye, rant operasyonlarından rejim değiştirme operasyonlarına uzanan bir yol vardı ve Torunlar’ın yolu bu yolla bir şekilde kesişiyordu yani.
Özelleştirmeden vergi muafiyetine
İşte bu Torunlar’a Başkent Doğalgaz A.Ş., 2013 yılında 1 milyar 162 milyon dolara satıldı, oysa şirketin 2010 yılındaki değeri 1 milyar 514 milyon dolardı. Dahası, yasalar gereği şirketin % 20 hissesinin Ankara Büyükşehir Belediyesi’nde kalması gerekiyordu ama Gökçek o % 20’lik hisseyi de Özelleştirme İdaresi’ne devrettiği için şirketin tamamı Torunlar’ın oldu. Mansur Yavaş ise Belediye Başkanı seçilmesinin ardından meseleyi Anayasa Mahkemesi’ne götürdü. Mahkemeden nasıl bir karar çıkacağını ise henüz bilemiyoruz. (Ya da biliyoruz!)
Bu kadar mı peki? Elbette ki değil. Vergi Uzmanı Ozan Bingöl’ün açıklamasına göre Başkent Doğalgaz A.Ş’ye 2016 yılında Gayrimenkul Yatırım Ortaklığı (GYO) statüsü verildi. Peki bunun anlamı neydi? GYO’lar Kurumlar Vergisi’nden muaf tutuluyor, yani kurum kazançları için vergi ödemiyorlar. Dolayısıyla milyarlarca lira kazandığı halde, 2016 yılından itibaren Başkent Doğalgaz A.Ş.’nin Kurumlar Vergisi ödemediği sonucuna varabiliriz. Ancak Bingöl’ün hatırlattığı üzere, Maliye Bakanlığı’nın 2017’de yayınladığı bir genelge var ve burada bir şirketin “unvanının GYO olması kesinlikle kurumlar vergisi istisnasından yararlanır anlamına gelmemektedir, işin mahiyetinin de buna uygun olması gerekmektedir” deniliyor. Doğalgaz dağıtımının inşaat mahiyetinde olmadığını biliyoruz ama şirketin 2017’den itibaren yeniden Kurumlar Vergisi kapsamına alınıp alınmadığını bilmiyoruz.
Eğer ödüyorsa, Kızılay üzerinden yapılan bağışın tamamı Kızılay’ın özel statüsü nedeniyle vergiden düşülebildiğinden böyle bir yöntemin izlenmiş olması muhtemel. Çünkü rejimin ekonomi-politiği açısından bu para eninde sonunda ödeneceği için şirket yönetimi hiç olmazsa bir kısmını vergiden düşelim diye düşünmüş ve böyle bir uygulamaya gitmiş olabilir. Eğer şirket vergiden zaten muafsa, eninde sonunda ödenecek bu paranın doğrudan Ensar’a gitmesi siyaseten sakıncalı bulunduğu için Kızılay bir paravan olarak kullanılmış olabilir. Şirket ister GYO kabul edilerek vergiden muaf tutulmuş olsun, ister bu ödeme üzerinden “vergiden kaçınmış” olsun, her iki durumda da elde etmesi gereken bir gelirden kamunun mahrum bırakıldığı ve böylece zarara uğratıldığı çok açık.
Rejimin fonlanmasından toplumun dinselleşmesine
Peki bu para için neden “rejimin ekonomi-politiği açısından eninde sonunda ödenecek” diyoruz? Çünkü kamu ihalelerinin verildiği sermaye grupları çeşitli yöntemlerle rejimi fonlamaya mecbur tutuluyor. Torunlar da, Başkent Doğalgaz’dan İstanbul’da kapatılan arazilere, aldıkları ihalelerin karşılığını ödüyorlar. Bu, gelecekteki ihale alımları, kapatılacak araziler, ruhsatlar, bürokratik işlemler, vergi muafiyetleri vs. için şart. Paranın Ensar’la birlikte gittiği yer olduğu açıklanan TÜRGEV’in kime ait olduğu bilindiğine göre “rejimi fonlamak”la kastedilenin ne olduğu net bir şekilde anlaşılıyor olmalı. Ortada münferit ya da istisnai bir hadise yok; bizzat rejimin bir “saadet zinciri”ne benzeyen “doğal” işleyiş mekanizmaları, pastanın rutinleşmiş bölüşümü ve dağıtımı var.
Peki bu vakıfların rejim açısından önemi ne? Birincisi az önce söylemiş olduğumuz üzere, bunlar birer fon aktarma/yaratma merkezi ama aynı zamanda rejimin ideolojisini üretecek birer ideolojik aygıt niteliği de taşıyorlar. Türkiye toplumunun dinselleştirilmesi projesinin en önemli ayağını eğitim oluşturuyor ve bu vakıflar eğitim alanında gösterdikleri faaliyetlerle “kininin ve dininin sahibi” nesiller yetiştirilmesi işlevini üstlenmiş durumdalar. Paranın ABD’de Ensar ve TÜRGEV ortaklığıyla kurulan TÜRKEN adlı bir vakfın burada yaptığı bir yurdun inşaatına gittiği yönündeki açıklamalar da tam olarak bununla ilgili.
Öte yandan kayıtlar incelendiğinde bu vakfa 8 milyon dolarlık bir para girişinin gerçekleşmediği görülüyor ki, iş yine dönüp dolaşıp rejimin “paralel” ve örtülü birtakım mekanizmalar aracılığıyla fonlanmasına geliyor. Son üç yılda Kızılay’a yapılan bağışlardaki patlamayı bilançolardan görebiliyoruz ama bunun gibi daha kaç bağışın kimler tarafından nerelere yapıldığını, miktarını ve mekanizmanın tam olarak nasıl işlediğini ise doğal olarak bilemiyoruz.
Her şey…
Başkent Doğalgaz A.Ş’nin Kızılay üzerinden Ensar’a yaptığı bağışta hem AKP rejiminin hem de Türkiye kapitalizminin panoramik bir tablosunu görmek mümkün. Sadaka ekonomisi, çocuk tecavüzleri, iş cinayetleri, cezasızlık, inşaata dayalı sermaye birikimi, vergi muafiyetleri, üstü örtülen soruşturmalar, yandaş sermaye grupları yaratılması, ihaleler, özelleştirme, rejimin fonlanması, kamunun zarara uğratılması, usulsüz faaliyetler, rant mekanizmaları, siyasi konum/makam üzerinden zenginleşme, Suriye, dinselleştirme politikaları ve eğitim, vakıfların bu süreçte oynadığı rol…
Bunların hepsi bize hem her şeyin sınıfsal olduğunu, hem her şeyin politik olduğunu, hem de her şeyin birbiriyle bağlantılı, bütünlüklü olduğunu gösteriyor. Sınıfsal ve bütünlüklü bir politikanın karşısına ise sınıfsal ve bütünlüklü bir politikayla çıkmaktan başka çare görünmüyor.
soL / 05.02.20