Yıl 1979, yani 12 Eylül darbesinden bir yıl önce. Yer, işadamı Sabri Ülker’in Boğaz’daki evi. Ülker’in sofradaki misafirleri arasında dönemin Başbakanlık Müsteşarı Turgut Özal, Aydınlar Ocağı’nın ve Türk-İslam sentezinin önemli isimlerinden Nevzat Yalçıntaş ve 1948-1950 yılları arasında, yani CHP iktidarının son iki yılında Milli Eğitim Bakanlığı yapıp ilköğretim okullarına din dersinin konması, imam-hatiplerin açılması ve bir İlahiyat Fakültesi kurulması için yoğun çaba gösteren Tahsin Banguoğlu da var.
“Baş misafir” ise bir “vaiz” ve evet tahmin edebileceğiniz üzere Fethullah Gülen. Gülen yemek boyunca ev sahibine ve diğer misafirlere “Türkiye’nin nasıl kurtulacağını” anlatıyor; kurtuluş reçetesi ise belli: Cemaat’in eğitim faaliyetlerinin artması, bunun için de işadamlarının, zenginlerin kendilerine destek vermeleri. Yemekten sonra Özal ile Gülen baş başa bir saat daha görüşecekler ve Gülen sonradan “Özal daha o zaman işin temelini, büyüklüğünü, inkişaf edeceğini görmüştü” diyecek.
1966’dan 12 Mart’a
Şimdi 1979 yılındaki bu yemekten on üç sene öncesine, 1966 yılına gidelim. Bu yıl Fethullah Gülen, Edirne’deki görevinden tanıdığı Diyanet işleri Başkanvekili Yaşar Tunagör’ün isteğiyle İzmir’e vaiz ve Kestanepazarı Cami yurdu müdürü olarak atanır. 68 rüzgârının Türkiye’yi sarstığı, sola karşı ülkücü komando kamplarının kurulduğu yıllarda, daha önce Komünizmle Mücadele Derneği’nin Erzurum şubesi kuruculuğunu üstlenen Gülen, bu sefer İzmir Buca’da kendi yönetimindeki ilk gençlik kamplarını kuracak ve burada eğitim ve örgütlenme faaliyetlerine başlayacaktır. Bu yıllarda Erbakan Gülen’le görüşerek kendisini siyasete davet eder, ancak Gülen bu teklifi kabul etmez; Demirel ve Türkeş’in görüşme taleplerine ise olumsuz yanıt verir.
Gülen 12 Mart 1971’e kadar İzmir’deki faaliyetlerini devam ettirir. Darbeyi destekler ve sonrasında yaptığı bir açıklamada, “servet sahiplerini harekete geçirebilsek, bunlar okullar açsa, buralarda okuyacak çocuklar iyi yetişip anarşiye yem olmasalar. Türkiye’nin geleceği böyle kurtulur” der. Ancak darbenin “dengeci” tutumu nedeniyle İslami kesimden de birilerinin de cezaevine girmesi gerekmektedir, ayrıca yargıdaki Kemalist isimler zaman zaman kendiliğinden inisiyatif almakta, kimi soruşturmalar başlatmaktadır. İşte o isimlerden biri olan, sonradan 12 Eylül’deki MHP davasının savcısı olarak tanınan ve 31 Mart seçimlerinde oğlu Tunç Soyer’in İzmir Büyükşehir Belediye Başkanlığı’na aday olması ile birlikte yeniden gündeme gelen bir askeri savcı, Nurettin Soyer, Gülen hakkında soruşturma başlatır ve soruşturma neticesinde Gülen tutuklanır. Ancak 24 Mayıs 1971’de tutuklanan Gülen, cezaevinde fazla kalmayacak ve 9 Kasım 1971’de tahliye olacak, mahkemenin 163. maddeden verdiği cezayı ise Askeri Yargıtay bozacaktır.
12 Mart’tan 12 Eylül’e
Tahliyesinin ardından Gülen 1972 yılında Edremit vaizliğine atanır ve burada cami vaazlarının dışındaki “sohbet”lerle birlikte giderek daha fazla kişiye ulaşmaya başlar. Özellikle 70’lerin sonlarına doğru farklı şehirlerde evrim karşıtlığı ve “bilimin Allah’ın varlığını ispatladığı” iddiası üzerine kurulu konferanslar verir. İzmir’deki kampların çok daha büyükleri ise önce Edremit’te açılır, sonrasında ise ülkenin farklı yerlerinde yurt kurma faaliyetlerine girişilir. Temeli 1972’de atılan 200 kişilik Bozyaka Yurdu 1976’da açılacak, bu yurt 1982’de ünlü Yamanlar Koleji’ne dönüşecektir. Bu okuldaki ilk müdürlük görevini ise daha önce İzmir İl Milli Eğitim Müdür Yardımcılığı da yapan ve Sezen Aksu’nun babası olan Sami Yıldırım üstlenecektir.
Gülen yurt yapımı için gereken maddi desteği sağlamak için Akyazılı Vakfı’nı kurar ve bu esnada 1961-1965 yılları arasında CHP milletvekilliği yapan, sonrasında ise Vehbi Koç’la birlikte Türk Eğitim Vakfı’nı kuran Aydın Bolak’la tanışır. Bolak daha sonra Türk Petrol Vakfı diye bir vakıf daha kurarak burs verme faaliyetlerine devam edecek ve Devlet Bahçeli 1999 seçimleri sonrası yaptığı bir açıklamada “Şu anda Meclis’te ben de dâhil 61 milletvekili Aydın Bolak’ın bursuyla okuduk” diyecektir. Bolak, Gülen’i Vehbi Koç’la ve diğer büyük sermayedarla tanıştıran ve eğitim alanındaki faaliyetlerine destek veren isimdir ve Bolak öldüğünde Gülen cenazesine katılamadığı için çok üzgün olduğu iki isimden birinin Bolak olduğunu söyleyecektir, diğeri ise Ecevit’tir.
12 Eylül’den 90’lara
Gülen’in “eğer ahirette Allah bana şefaat etme imkânı verirse, bunu ilk önce Ecevit için kullanırım” dediği Ecevit’e geleceğiz ama önce tekrar Özal’a ve Özal’dan önce de Kenan Evren’e bakmamız gerekiyor. 2010’daki sözde “darbecilerin yargılanması” için yapılan anayasa değişikliği referandumunda “gerekirse ölüleri bile mezarından kaldırıp oy verdirin” diyecek olan Gülen, 12 Eylül darbesini büyük bir sevinçle karşılar, Sızıntı dergisinde “Son Karakol” adlı bir yazı yazarak darbeye övgüler düzer. Gülen’e göre eğer darbe olmasa Türk milleti kendisi silaha başvurarak “komünist ihtilal”e direnecektir. 12 Eylül Türkiye’nin komünistleşmesini engellemiş, dahası imam-hatiplerin sayısının artırılması ve din derslerinin Anayasa’ya konulmasıyla komünizmin önüne büyük bir set çekilmiştir. Tam da bu nedenle Gülen Kenan Evren’in “cennetlik” olduğunu söyler; çünkü bu, “tek başına bir insanı cennete götürecek kadar önemli bir olay”dır.
Gülen Evren’e övgüler düzer ama İzmir Sıkıyönetim Komutanlığı Gülen hakkında yakalama kararı çıkarmıştır, ancak bu karar “dostlar alışverişte görsün” kabilinden bir karar olacak ve altı yıl boyunca Gülen’in başına herhangi bir şey gelmeyecektir. Zaten Başbakan olmasının ardından Turgut Özal, bir Milli Güvenlik Kurulu toplantısında Evren’e Gülen için “ben kendisini çoktandır tanırım. Hakkında söylenen şeylerin hiçbiri doğru değildir” diyecektir. Cemaat’in eğitim faaliyetlerinin hızlanması da Gülen’in “arandığı” bu döneme denk gelecek, bu dönemde ülkenin dört bir yanında Cemaat kolejleri ve yurtları ardı ardına açılmaya başlayacaktır.
Gülen 1986’da Burdur’a “asker ziyareti”ne giderken yakalanır. Kendisi de Cemaatçi olan ve halen yurtdışında firari olarak yaşayan Faruk Mercan’ın Doğan Kitap’tan 2008’de yayınlanan “Fethullah Gülen” adlı kitabında anlattığına göre Gülen “arandığı” dönemde sık sık kışlalara gidip asker ziyaretleri yapmakta, “yakından tanıdığı kişilerden askere gidenleri ziyaret etmeyi kesinlikle ihmal etmemekte”dir. Gülen’in gözaltına alınmasının ardından Özal duruma hemen el koyar ve ANAP Burdur İl Başkanı Sait Ekinci’yi görevlendirir, Necip Fazıl’ın da avukatlığını yapan Muhammed Emin Özkan ise İstanbul’dan Burdur’a giderek Gülen’in avukatlığını üstlenir. 48 saat içerisinde serbest bırakılan Gülen, Özal için “Turgut Bey’in o iyiliğini, o günkü centilmenliğini unutmam mümkün değil” diyecek, Özal’ın ölümünün ardından ise “babama ağladığım kadar ağladığım ikinci insan Özal oldu” şeklinde bir açıklama yapacaktır.
90’lar: Altın yıllar
Bundan sonra Cemaat’in “altın yılları” başlar ve Gülen’in popülaritesi 90’larda zirve noktasına ulaşır. Türkiye’de ve Orta Asya’da ardı ardına cemaat okulları açılır. Türkiye yönetici sınıfının Sovyetler sonrası kabaran emperyal iştahları ile ABD’nin Sovyetler sonrası Orta Asya ve Balkanlar’a nüfuz etme arayışı çakışmış, bunun sonucu da Cemaat okullarının Orta Asya ve Balkanlar’da pıtrak gibi çoğalması olmuştur. Bu süreçte Gülen’e önce Özal, ardından ise “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne Türk dünyası” sloganıyla Demirel destek verecektir; aynı destek daha geri planda olmakla birlikte, en başından beri Ruzi Nazar üzerinden Sovyet Coğrafyası ile ilgili olan Türkeş tarafından da verilecektir. (Geçerken not edelim, Nazar’ın öğrencisi ve bir zamanlar Türkeş’in sağ kolu olan Enver Altaylı bugün Cemaat üyeliğinden cezaevindedir.)
Cemaatin 90’ların ikinci yarısındaki esas hamisi ise elbette ki Bülent Ecevit olacaktır. Ecevit’le Gülen’in ilk görüşmesi 20 Mart 1995’te Ecevit’in Oran’daki evinde gerçekleşir. Ecevit, 1995 yılı itibariyle Türkiye’de 130’a, yurtdışında ise 185’e ulaşan Cemaat okullarından çok etkilenmiştir ve her yerde bunlardan övgüyle söz etmektedir. Ecevit’le Gülen ikinci kez 23 Mart 1997’de, üçüncü kez ise 4 Şubat 1998’de Ecevit Başbakan Yardımcısı iken görüşürler; konu Gülen’in Papa ziyaretidir ve Gülen ziyaret öncesi Ecevit’e bilgi vermek istemiştir. Gülen 9 Şubat 1998’de Papa 2. Jean Paul ile bir görüşme gerçekleştirir. Gülen’i Türkiye’nin Vatikan Büyükelçisi Altan Güven kendi arabasıyla karşılar, Gülen ise Papa’ya Cumhurbaşkanı Demirel’in kendisini Türkiye’ye davet eden mektubunu verir. Gülen’e Vatikan’da adeta bir devlet görevlisi muamelesi yapılmakta, Gülen “özel yetkili bir görevli” misali devletin mesajlarını Vatikan’a iletmektedir.
Fethullah Gülen 90’lı yıllar boyunca Türkiye’de bir “pop yıldızı”na dönüşür, gazetelerde sayfa sayfa röportajları yayınlanır, gazeteciler kafileler halinde yurtdışındaki okulları ziyarete götürülür, Abant’ta siyasi yelpazenin farklı kanatlarından isimler buluşarak Gülen’e övgüler düzer, uluslararası arenada ise “dinler arası diyalog”un öncü ismi, “İslam ile demokrasiyi buluşturacak olan kişi” olarak lanse edilir.
Kemal Sunal’dan Cem Karaca’ya, Hasan Cemal’den Ahmet Altan’a, Oktay Ekşi’den Cenk Koray’a sayısız ünlünün Gülen’in misafiri olduğu, Gülen’in sermaye ve devlet katında el üstünde tutulduğu, uluslararası topluma bir kanaat önderi, sivil toplum lideri ve barış elçisi olarak sunulduğu bu “altın yıllar” 2000 yılında DGM Savcısı Nuh Mete Yüksel’in Gülen hakkında başlattığı soruşturmayla birlikte sona erecek, Gülen 22 Mart 1999’da “tedavi” için gittiği ABD’den dönemeyecektir.
Kim bu siyasi ayak?
Şimdi, tam olarak bu noktada, yaklaşık 40 yıllık bu hikâyeye bir de 3 Kasım 2002’den 17-25 Aralık 2013’e kadar yaşananları eklediğimizi düşünelim: Bürokrasinin her noktasının Cemaate verilişini, uyduruk delillerle yürürlüğe sokulan Ergenekon-Balyoz kumpas davaları aracılığıyla yapılan tasfiyeleri ve “bu davanın savcısı” benim diyenleri, Taraf’ı, bavul gazeteciliğini, operasyonel manşetleri, “bazı kitaplar var ki bombadan daha tehlikeli” sözlerini, çalınan sınav sorularını protesto eden öğrenciler için yapılan “biz de sizin karşınıza bizim gençliği çıkarırız” açıklamasını, “ne istediler de vermedikler”i, Türkçe Olimpiyatları’nın sponsorlarını, o olimpiyatlara katılanları, Abant Platformu’nda tokuşturulan kadehleri, “darbeye karşı 70 milyon adım” atanları, “Genç Siviller”i, “Yetmez ama evet”leri, hepsini ekleyelim.
Ekleyelim ve o soruyu bir kere de biz soralım: FETÖ’nün siyasi ayağı kim?
Bu sorunun çok açık bir yanıtı var: FETÖ’nün siyasi ayağı, ne tek bir kişi ne de tek bir partidir; siyasi ayak, sola karşı devletin kapılarını İslamizasyona açan devlet ve sermaye sınıfıdır. İslamcı bir fraksiyon olan Cemaat o kapılardan içeri girmiş, devletleşmiş, başka bir İslamcı fraksiyonla önce devlet aygıtının ele geçirilmesi için ortaklık yapmış, sonra da o devlet aygıtının nasıl paylaşılacağı üzerine bir kavgaya tutuşmuştur. “FETÖ”nün tarihi, Türkiye’nin sermaye düzeninin, sol düşmanlığının, antikomünizmin ve Türk İslamcılığının tarihidir, bu yokmuş gibi yapan ya da bunun üzerini örtmeye çalışan herkes ise bir şekilde “siyasi ayak” olmaya devam etmektedir.
soL / 19.02.20