AKP Türkiye ekonomisinin en büyük krizlerinden birinin tam ortasına doğdu. Ülke öylesine derin bir krizdeydi ki, Kemal Derviş ABD’den getirilmiş ve adeta dördüncü bir ortak olarak DSP-MHP-ANAP koalisyonuna dahil edilmişti.
Derviş’in neoliberalizme dayalı klasik IMF reçetesini hayata geçirmesi koalisyonun sonu oldu. Halk krizin üzerine gelen kemer sıkma politikalarına tepkisini sandıkta gösterdi ve iktidar partilerini barajın altında bırakırken henüz yeni kurulmuş bir parti olan AKP’yi iktidar yaptı.
AKP’yi Türkiye’nin düzeni açısından işlevsel kılan, toplumsal rızayı üretmeyi başarabilmesiydi.
AKP iktidara ekonomik krizi ve IMF politikalarını eleştirerek gelmiş olsa da Derviş’in ekonomi politikalarını devam ettirdi. Türkiye tarihinin en büyük özelleştirmeleri bu dönemde yapıldı, taşeron ve güvencesiz çalışma kural haline getirildi, sendikalar ve işçi hareketi bitirildi.
Tüm bunlar yapılırken ise dünyadaki ekonomik konjonktürden kaynaklı para bolluğunun da katkısıyla, toplumun tüketim olanakları artırıldı. Bir yandan ucuz krediyle sahip olunan ev, araba, beyaz eşya üzerinden bir refah yanılsaması yaratılırken, öte yandan sosyal yardımlar üzerinden en alttaki sınıfların da rızası tesis edildi. Buna bir de dinsel ideoloji eklenince AKP on yedi yıl boyunca iktidarda kalmayı başardı.
Tam da bu nedenle, AKP’nin on yedi yıldaki en büyük yenilgisinin on yedi yıldaki ilk büyük ekonomik krizle çakışması tesadüf değil. Artık Türkiye’ye ucuz para girmez olunca ve Türkiye ekonomisi on yedi yıl boyunca gereken hiçbir adım atılmadığından yeni bir kriz konjonktürüne girince AKP de giderek rıza üretiminde zorlanmaya başladı. Elbette ki sosyal olgular ve süreçler tek bir nedenle açıklanamaz ama AKP’nin zayıflamasının ana belirleyenin ekonomi olduğunu rahatlıklara söyleyebiliriz.
AKP’nin rıza üretiminde giderek zorlanması, yani Türkiye’nin düzeni açısından taşıdığı işlevi giderek yerine getiremez oluşu, düzenin sahiplerinin yeni arayışlara girmesini de beraberinde getirdi. Özellikle 31 Mart’tan 23 Haziran’a uzanan seçim sürecinin sonunda, artık Türkiye sermaye sınıfının Erdoğan-sonrası Türkiye’ye hazırlandığını ve o Türkiye için gereken adayların siyaset sahnesinde teker teker boy göstermeye başladığını görebiliyoruz.
İşte Ali Babacan o adaylardan biri ve tam da ekonomik krizin giderek derinleştiği bu süreçte, bol ve ucuz para döneminin ekonomi bakanı olmasının yarattığı “başarılı bakan” imajıyla birlikte ve “AKP’nin fabrika ayarlarına dönüş” söylemiyle siyaset sahnesine sürülmesi bir tesadüf değil.
Babacan’dan ve perde arkasındaki esas figür olan Gül’den beklenen, AKP rejiminin bugünkü aşırılıklarının törpülenmesi -ki bu esas olarak “Erdoğan’sız AKP rejimi” ya da “AKP’siz AKP rejimi” anlamına geliyor- ve böylece AKP’nin Türkiye’nin sermaye düzeni açısından bir süre öncesine kadar taşıdığı işlevi üstlenebilmeleri, yani toplumsal rızayı tesis edebilmeleri.
Bu, ekonomik olarak Türkiye’nin IMF ile yeni bir anlaşma yapması anlamına gelirken, siyaseten de Batı bloğu içerisindeki fabrika ayarlarına dönüş anlamına geliyor. Babacan ve Gül’ün şahsında cisimleşen normalleşme, uzlaşma, hukukun üstünlüğü, demokrasi vb. bütün söylemler, AKP rejimiyle Türkiye’nin düzeni arasında son birkaç yıldır iyice büyüyen açının kapatılması arayışına tekabül ediyor yani.
Buradan bir umut çıkar mı peki? Çıkmayacağı toplumsal tecrübeyle ve hafızayla sabit. Kurulacak “IMF partisi”nden iktidar partisinin oylarını bölmesi ve zayıflama sürecini derinleştirmesinden başka bir şey beklememek gerekiyor dolayısıyla.
BirGün / 07.07.19