Türkiye’de son yıllarda hızla artan döviz fiyatları, 2019’da 434 milyar dolar dış borç stokunun üçte ikisini yüklenmiş özel sektöre zor zamanlar yaşatıyor. Özel sektör içinde de finansal olmayan kuruluşlar, yani reel sektör firmaları, bu toplam dış borcun yüzde 36’sının üstlenicisi olarak döviz fiyatındaki her sıçrama ile uykularından oluyor.
Döviz fiyatındaki her artış, borçlu firmalara önemli kambiyo zararları çıkarıyor. Merkez Bankası, bu uyku kaçıran kâbusun boyutunu belirlemek üzere 300 bin dolayında firmanın bilançosunu inceledi ve sonuçta, özellikle son yıllarda firmaların toplam maliyetlerinde “kambiyo zararları”nın yüzde 14’ü bulan bir büyüklüğe ulaştığını belirledi. Bunu da 2020 yılının ilk Enflasyon Raporu’nda açıkladı.
Kambiyo zararlarının yüzde 14’lük maliyet yükü, bir ortalamayı temsil ediyor. Bu oran, bazı sektör ve firmalarda yüzde 25-30’u buluyor. Merkez Bankası, kamuoyuna iktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) rejiminin “mega projeler” olarak takdim ettiği havalimanı, köprü, otoyol, şehir hastaneleri gibi Kamu-Özel İşbirliği (KÖİ) modeliyle gerçekleştirilen projelerin üstlenicisi firmaların, döviz fiyatındaki ağır artıştan kaynaklanan yıkıcı kur zararlarına maruz kaldıklarına işaret ediyor. Bu projelerin finansmanına devlet hazinesinin kefil (resmi deyimle üstlenici) yapılması, enkazın vergi mükellefini ilgilendiren kısmını oluşturuyor elbette. Sert döviz fırtınalarının altında kalması muhtemelken bu projelerin hesap kitaplarını neye göre yaptıkları, evdeki hangi hesaplarının çarşıya uymadığı meselesi ayrıca sorulmaya ve incelenmeye değer. Ama şimdiden ortaya çıkan fatura topluma ağır bedeller ödetiyor, bu kesin.
Büyük firmaları baskı altına alan döviz türbülanslarına karşı kayıtsızlığın, hesapsızlığın, önümüzdeki günlerde Türkiye ekonomisine daha ağır bedeller ödeteceği açıkken bu noktaya nasıl gelindiğinin teşhisini doğru yapmak da önemli.
Türkiye’de neoliberal birikim sürecinin mimarı Turgut Özal’ın iktidarına denk gelen 1980’lerde, iç tasarruflarla büyümenin yeterli olmayacağı düşünüldü. Daha çok dış kaynak kullanmaya, bunun için de sermaye hareketleri önündeki engelleri kaldırmaya, özellikle 1989’da yapılan kambiyo mevzuatı değişiklikleriyle karar verildi. O tarihte Türkiye’nin ulusal geliri 147 milyar dolardı (bugünlerde 750 milyar dolar civarı) ve Türkiye dünya ekonomisine yeterince entegre olmamıştı. Dış sermaye girişlerinin artırılmasıyla bunun hızlanacağı umuluyordu. Bugün 434 milyar doları bulan dış borç stoku 1989’da sadece 44 milyar dolar, yani bugünkünün neredeyse onda biri kadardı. Üstelik dışarıdan borçlanan ağırlıkla devletti ve bunu, piyasalardan çok Dünya Bankası, IMF gibi kuruluşlardan yapıyordu.
Mevzuattaki liberalleşmeye rağmen, Türkiye umduğu dış kaynağı çekemiyordu. Çünkü dış finansörler, Türkiye’nin o dönemdeki göstergelerini riskli buluyor, geri duruyorlardı. Yıllık yüzde 60-70’leri bulan yüksek enflasyon, büyük kamu açıkları, politik istikrarsızlık, yabancıların geri durmalarının ana nedenleriydi.
2001 krizi ve onun arkasından IMF eliyle gelen operasyonlar, ekonomiyi yabancı yatırımcılar gözünde borç verilebilir ülke durumuna getirdi ve bu güneşli günlerde şans, iktidara gelen AKP’ye güldü. 2003’ten başlayarak Türkiye’ye hızla dış kaynak girerken bu girişler, döviz fiyatını 2002-2011 arasında neredeyse sabitledi ve dolar fiyatı bu dokuz yıl boyunca 1.6 TL’de kaldı. Bunun verdiği güven ve cesaretle özel sektör firmaları dışarıdan daha hızlı borçlandılar, ithalata yöneldiler.
AKP’nin üst üste kazandığı seçim başarılarında bu dış kaynak rüzgârının iklimi de etkiliydi ve iktidar, dikkat çekici boyutlara sıçramasına rağmen dışarıdan borçlanmaları engellemiyordu. Kamunun izlediği “bütçe disiplini” ile dışarıdan borçlanmaya fazla gerek kalmamış, IMF borçları bile sıfırlanmıştı ve AKP her seçim platformunda bununla övünüyordu. Ancak özel sektörün dış borç stokunda patlama yaşanmıştı. 2018 başında 465 milyar dolara ulaşan dış borç stokunun üçte ikilik payına sahip olan özel banka ve firmalar, borçluların ana aktörleri durumuna gelmişlerdi. Firmaların dış borç yükü 158 milyar doları bulmuştu. Bunun 1989’da sadece 2,5 milyar dolar olduğunu anımsatmak, nereden nereye gelindiğini anlamak açısından çarpıcıdır.
Borç alınan döviz ile ne yapıldığı da önemlidir. Bu krediler, ihracat yeteneği olan imalât sanayii gibi döviz kazandıran alanlarda yatırıma dönüşseydi belki bugün yaşanan sorunlar fazla olmayacak, dış kaynak kullanımının akılcı kullanımı Türkiye’yi bugün olduğu kadar döviz artışlarına karşı kırılgan yapmayacaktı. Ne var ki krediler daha çok İstanbul rantının cazibesiyle lüks konut ve ofislere, ithalata dayalı sektörlere aktarıldı. Firmalar dış kredileri, özelleştirilen kamu varlıklarını satın almak, 2011 sonrası patlayan havalimanı, otoyol, köprü, şehir hastaneleri, enerji santralleri gibi kamu-özel ortaklığı projelerinin finansmanı için kullandılar.
Dış dünyadan kaynak akışının hep süreceği beklentisi, AKP’nin içine düştüğü en büyük hatalardan biri oldu. Bu akışa güvenerek büyüme hızının hep bir tempoyu koruyacağı, büyük cari açıklar (döviz açıkları) verilse bile bunun bir şekilde Türkiye’yi takdir eden dış finansörlerden bulunabileceği sanıldı. Ama öyle olmadı. Dışarıda iklim değişti, faizler yükseldi ve Türkiye borç verilecek ülke durumunu kaybetti, hem ekonomik kırılganlıkları hem siyasi, diplomatik yönetim başarısızlıkları ile gözden düştü, riskli bir ülke olarak iyice ayrıştı. Böyle olunca dolar fiyatı 2015-2019 döneminde yılda ortalama yüzde 21 arttı, 1 dolar 2 TL dolayından 6 TL’ye kadar çıktı.
Borçlu firmalar, özellikle döviz kazanma gücü olmayanlar bu durumla baş edemedi ve hızla büyük kambiyo zararlarına uğradılar. Bunların ağırlıkla mega proje üstlenicisi firmalar olduğunu Merkez Bankası raporu şöyle ifade ediyor: “Kambiyo zararı oranının en yüksek olduğu sektörler sırasıyla hizmetler, enerji ve inşaat sektörleridir. Bunlar, son yıllarda yenilenebilir elektrik enerjisi üretimi, elektrik dağıtımı, otoyol/köprü, şehir hastaneleri ve havaalanı gibi gerek yurt içi gerek yurt dışı kaynaklı yabancı para (YP) cinsi kredilerin yoğun olarak kullanıldığı projelerin faaliyete geçirildiği sektörlerdir. Ayrıca, enerji gibi bazı sektörlerde ithal girdi kullanımının yüksek olmasının kambiyo zararı oranındaki artışta etkili olduğu düşünülmektedir.”
Dövizin hızlı artışından büyük zararlara uğrayan mega proje üstlenicisi firmaların ağırlıkla AKP rejimiyle organik bağları olması, bunun yanında AKP’nin bu firmaların kullandıkları 17,2 milyar dolar krediye Hazine’yi kefil (üstlenici) göstermesi, farklı bir durumu ortaya çıkarıyor. AKP rejimi, bu özellikleri nedeniyle firmaların ayakta kalamaz hâle düşmemeleri için de döviz fiyatını çeşitli biçimlerde baskılıyor, firmaları birçok yöntemle kayırıyor. Ancak elindeki barutun bunu daha uzun süre yönetmeye yeteceği pek söylenemez. Bundan sonra olacaklar daha da ilginç bir görüntü sergileyecek gibi.
Al-Monitor / 21.02.20