Türkiye sahip olduğu tektonik, sismik, topografik ve iklimsel yapısı sonucu doğal afetlerle, özellikle de depremlerle sıklıkla karşı karşıya kalan ama bu gerçeklikle yaşama konusunda, bunun gereklerini yapma konusunda pek başarılı olmamış bir ülke. Depremlerde insan kaybı açısından dünyada üçüncü, etkilenen insan sayısı açısından sekizinci sırada olan Türkiye, ortalama olarak her yıl büyüklüğü 5 ilâ 6 arasında değişen en az bir deprem yaşıyor ve uğranılan can ve mal kayıpları yurttaşların iktidara yönelik sorularını artırıyor: “Neden önlemler alınmıyor, bunun için toplanan vergilerimiz ile ne yapıldı?”
24 Ocak 2020’de Türkiye’nin deprem bölgelerinden Elazığ’ın Sivrice ilçesi merkezinde bir kez daha yaşanan ve 40’tan fazla can kaybına yol açan 6.8 büyüklüğündeki depremin ardından, özellikle son 20 yıldır alınan “deprem vergileri”nin nereye gittiği sorusu baskılara rağmen yeniden gündeme geldi.
Yüz ölçümünün yüzde 70’i deprem kuşağında bulunan ve başta ülkenin kalbi sayılan İstanbul’un büyük risk altında olduğu Türkiye’de, deprem toplumun kâbusu. Ağır bir deprem tarihi var Türkiye’nin. İçişleri Bakanlığı Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı (AFAD) verilerine göre Türkiye'de 1900 ile 2019 arasındaki son 119 yılda meydana gelen depremlerin neden olduğu afetlerde büyük kayıplar yaşandı. Kuzey, Doğu ve Batı Anadolu fay hatlarındaki deprem kuşağında bulunan Türkiye'nin çeşitli kentlerinde 1900 ile 2019 tarihleri arasında can kaybı, ağır hasar veya yıkıma neden olan şiddeti 4.0 ilâ 7.9 arasında değişen büyüklüklerde 14 bine yakın deprem meydana geldi. Bu depremlerde yaklaşık 87 bin kişi hayatını kaybetti, 600 binin üstünde yapı ise ya yıkıldı ya da ağır hasar gördü.
Belirtilen tarihlerdeki verilere göre her yıl ortalama olarak can kaybı ya da hasara neden olan iki deprem yaşandı. Yine verilere göre büyüklükleri 4.0 ilâ 4.9 arasında her dört günde bir, 5.0 ilâ 5.9 arasında ayda iki, 7.0 ile 7.9 arasında her altı yılda bir ve 6.0 ilâ 6.9 arasında her yıl iki deprem meydana gelme olasılığı bulunuyor.
Böylesi bir deprem riski altındaki ülkenin depremlerle yaşamayı, özellikle başta konut olmak üzere her tür yapısını, kentsel altyapısını, tüm yapı stokunu depreme dayanıklı hale getirmesi beklenir. Bunu başarabilmiş ülkelere örnek olarak Japonya başta gösterilir. Ne var ki Türkiye, bu kadar açık bir deprem riski altında iken yapılarını hâlen depreme dayanıklı hale getirebilmiş değil. Özellikle alt, orta gelirli insanların yaşadığı yapı stokunun depreme karşı büyük risk altında olduğu biliniyor. En korkunç sonuçların ise 7,5 şiddetinde bir deprem ihtimaline sahip İstanbul’da yaşanacağından endişe ediliyor.
Her deprem, önlem talebini, dolayısıyla vergilerin nereye harcandığı sorusunu da sorduruyor. 17 Ağustos 1999 Marmara depreminin ardından parlamentoya sunulan yasa tasarısıyla ek vergiler getirildi. Bu ek vergiler ile 1999-2003 yılları arasında 7,3 milyar TL gelir elde edildi. Ancak bu vergiler, bir fonda toplanmadı, sıradan vergi gelirleri gibi bütçeye aktarıldı. AKP'nin iktidara gelişinden sonra, bu vergilerin en önemlisi olan ve cep telefonu kullanıcılarının faturasına yansıtılan Özel İletişim Vergisi 2003 yılında kalıcı hale getirildi. 2020 yılına gelindiğinde devletin özel iletişim vergisinden topladığı gelir 68 milyar TL’ye (yaklaşık 12 milyar USD) ulaşırken diğer ek vergiler de dahil edildiğinde, “deprem vergileri” de denilen bu vergilerin 20 yıllık toplamı 73 milyar TL’ye yaklaştı.
Büyük Marmara depremi döneminde çıktığı için “deprem vergisi” diye adlandırılan bu vergi, her depremde akıllara geldi ve nereye harcandığı soruldu ve değişik yanıtlar alındı. Örneğin, dönemin Maliye Bakanı Mehmet Şimşek 2011 yılında bir basın toplantısında vergilerin diğer vergiler gibi sağlık, duble yollar, demiryolları için kullanıldığını söyledi ve bu uygulamayı, “Uluslararası vergi uygulamalarında da tek bir harcama için vergi toplanması mantığı doğru bulunmaz” diyerek savundu.
Depreme karşı neler yapılıyor, ne harcanıyor? Bunların bir kısmı depremin sonuçları ile ötekisi ise depreme dayanıklılık ile ilgili. Deprem afetinin sonuçlarına karşı AFAD, deprem sonrası gerekli acil ihtiyaç malzemelerinin karşılanmasına yönelik 25 ilde lojistik depolar kurmuş bulunuyor. Ayrıca 60 ilde afet sonrasında acil ihtiyaç duyulacak malzemelerin depolanacağı 10 ilâ 20 konteynerlik lojistik destek depolarının kurulduğu bildiriliyor.
Depremlere dayanıklı bina inşa edilmesini sağlayabilmek için de 2012’de çıkarılan bir yasa ile “kentsel dönüşüm” uygulamasına gidildi. Bu yasa kapsamında riskli yapıları tespit etmek üzere lisans verilerek yetkilendirilen kurum ve kuruluşlar, 2019 itibarıyla Türkiye’de 616 bin 270 bağımsız birimin riskli yapı olduğunu saptamış bulunuyor. Türkiye’nin 81 ilinin 53’ünde 240 “riskli alan,” 30 ilinde de 152 “kentsel dönüşüm ve gelişim proje alanı,” ve yedi ilde de 10 “yenileme alanı” ilan edildi. Ayrıca yeni yerleşim alanı olarak kullanılmak üzere 46 bin hektar büyüklüğünde “rezerv yapı alanı” belirlendi. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nca dönüşüm projeleri kapsamında 2012 yılından itibaren, başta kurumsal ve bireysel kira yardımı, faiz desteği, kamulaştırma ve dönüşüm uygulamaları olmak üzere yaklaşık 13 milyar TL harcandığı bildiriliyor. Bu, “deprem vergisi” olarak tanımlanan vergilerin bile yüzde 18’ine ancak denk geliyor.
Kentsel dönüşüm ihtiyacı olan alanların sayısı ve büyüklüğü artarken dönüşüm uygulamalarının aynı anda yürütülmesinde mali, idari ve teknik zorlukların ortaya çıktığı, Cumhurbaşkanlığı 2020 Yıllık Programı’nda açıkça yer alıyor.
İnşaat Mühendisleri Odası İstanbul Şube Başkanı Nusret Suna'ya göre ise nicelikteki yetersizlik kadar, nitelikte de sorun var: “Gerçek anlamda kentsel dönüşüm mahalle bazında, büyük ölçekli, insanı odağına alan, çevreye saygılı sosyal donatıları olan bir yapılaşma olmalıydı. Ancak mevcut uygulama, tamamen bireysel dönüşüm, rantsal dönüşüm hâlinde yapıldı.
“Yaptık, yapıyoruz” iddialarına karşılık, deprem karşısında insanların yaşadığı yapı stokunun, öncelikle de konutların kalitesi ne? Bu soru, Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırması 2018 anketinde yurttaşlara sorulduğunda, oturulan konutların yüzde 36’sının çatısı sızan, duvarları nemli, pencereleri çürümüş yapılar olduğu yanıtı alındı. Sayıları 17 milyonu bulan ve toplam nüfusun yüzde 21’ini oluşturan “yoksul ailelerde” bu kalitesizlikte konutların oranı yüzde 60’a yakın. Bu da yoksulların deprem afeti karşısında daha korumasız ve can kaybı riskine daha çok maruz olduklarını ortaya koyarken, toplanan vergilerin daha çoğunun depreme karşı yapıların güçlendirilmesine ayrılmasını, yaşam hakkına daha çok saygı gösterilmesi gerektiğini bir kez daha hatırlatıyor.
Al-Monitor / 30.01.20