Ortadoğu, “kaygan kumlar” metaforunu çağrıştırıyor. Doğru, bu yeni bir durum değil: Filistin-İsrail sorunu, hidrokarbon yatakları, ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi, Irak’ın işgali, Şii-Sünni düşmanlığının canlanması, İslamcı terörün IŞİD ile yükselmesi ve çökmesi, Arap isyanlarının bölge otokrasilerinde yarattığı sarsıntıları, AKP Türkiyesi’nin, “stratejik derinlik” fantezisiyle Suriye iç savaşını derinleştirmesi, Rusya’nın bölgeye inmesini kolaylaştırması, gittikçe ağırlaşan su sorunu, büyük genç nüfus oranı, bölgede son derecede kırılgan dengelerin varlığına işaret ediyordu. Ancak son bir yılda iki gelişme “kaygan kumlar” benzetmesini düşündürüyor.
Büyük güçlerin rekabet alanı
Ortadoğu, 19. yüzyılın son çeyreğinden bu yana, emperyalist sistem içinde, stratejik konumu, hidrokarbon yatakları nedeniyle büyük güçlerin arzu nesnesiydi. 20. yüzyılın ikinci yarısından, özellikle de 1980 Carter Doktrini’nden, yakın zamana kadar bölge kaynaklarının yağmalanması, rejimlerinin düzenlenmesi, esas olarak ABD hegemonyası altında gerçekleşiyordu.
Bu durum, ABD hegemonyası gerilerken yaşanan 2008 finansal krizi, “uzun durgunluk” içinde Çin’in yükselerek emperyalist sistem içinde aktif bir aktöre dönüşmesiyle değişmeye başladı. ABD’nin Irak’ta, Arap isyanları sırasında, Afganistan’dan çıkarken sergilediği tutumlar, güvenlikleri açısından ABD’ye dayanan bölge rejimlerinin ABD’ye olan güvenini sarstı. Bu ortamda Çin, resmin içine büyük finansal ekonomik ve teknolojik kapasitesiyle, bölge rejimlerinin iç işlerinde, aralarındaki çekişmelerde tarafsız kalma eğilimiyle, ABD ve Batı karşıtı “antiemperyalist” bir retorikle girmeye, bölgenin kırılgan dengelerini etkilemeye başladı. Çin devlet başkanı Ji’nin ocak ayında gerçekleşen Ortadoğu ziyaretinin, tüm ekonomik siyasi ve kültürel boyutlarıyla, temmuz ayında gerçekleşen Biden ziyaretini gölgede bırakması bu sürecin en son örneğiydi.
İsrail’de faşizm
Çin’in bölgedeki yeni etkisi, yüksek enerji fiyatlarının gelirleriyle birleşerek Körfez monarşilerine ABD karşısında ekonomik siyasi dengeleri etkileyen bir manevra alanı sunarken İsrail’deki yeni faşist hükümet, Ortadoğu karmaşıklığına yeni bir istikrarsızlık unsuru ekliyor.
ABD müdahaleleri bir yana, Filistin, üzerinden Arap-İsrail çelişkisi bölgedeki en patlayıcı sorunu oluşturuyordu. ABD’nin Irak işgali, Şii-Sünni çatışması ve Suriye iç savaşı İran’a yeni bir etki alanı açınca, İsrail ve Sünni Körfez monarşileri arasında önce gizli sonra da açık yöntemlerle bir yakınlaşma süreci başlamıştı. Bu süreç Filistin sorununu arka plana atarak önemli ölçüde gelişerek resmileşti.
Ancak İsrail’de yeni Netanyahu hükümeti içinde, devletin stratejik noktalarını ele geçiren faşist partilerin hızla Filistin halkına karşı provokasyonlar düzenlemeye başlaması, (Filistin yönetiminin gelirlerine el konuluyor, inşaat ve seyahat izinleri kısıtlanıyor, Filistin topraklarında yerleşimler genişliyor; kamusal alanlarda Filistin bayrağı yasaklandı, faşist politikacılar Müslümanların kutsalı Harem El Şerif (El Aksa) alanına giriyor; İsrail ordusunun eski Batı Yakası sorumlusu komutan, şiddet olaylarının hızla artmasını bekliyor) Arap ülkelerinin Filistin sorununu arka plana atarak İsrail ile yakınlaşmaya devam etmesini çok zorlaştırıyor. Filistin yönetimi çökerken Gazze’da Hamas, Lübnan da Hizbullah tepki vermeye zorlanıyor. Bu dinamiğin Lübnan-Suriye ve Iran eksenini içine çekerek büyük bir Filistinli nüfusu barındıran Ürdün’de gıda fiyatlarından dolayı rejime karşı yükselen tepkiyle birleşme olasılığı da var.
Sonucu belirsiz bir seçim süreci içinde İsrail ile yakınlaşmaya, Suriye’deki yenilgisini gizleyecek bir çıkış formülü bulmaya çalışan, AKP Türkiyesi’nin de bu “kaygan kumların kıyısından” ayağı kaymadan geçmesi gerekiyor.
Cumhuriyet / 12.01.23