Deprem felaketinin yaşamda ve zamanda açtığı “çatlağın” içinde bir kez daha gördük ki iki “uygarlık anlayışı” arasında sıkıştığımız yerde daha fazla yaşayamayız.
Bu iki “anlayıştan” biri, “kaba materyalizme”, diğeri idealizme, dine, imparatorluk özlemine dayanıyor. Birinci “anlayışta” beden ve öznellik birbirinden ayrılamaz (Badiou’dan yararlanıyorum). Bu “anlayış” bireyin öznelliğini bedenine, hazlarına indirger. Burası, neoliberal kapitalizmin, postmodernizmin “yalnızca bedenler ve kültürler var” diyen “süperdüz” uygarlığıdır. Burada bedene indirgenen özne, salt biçime dönüşmüştür. Burası içerikten yoksun biçimlerin (“değişim değerlerinin”) dünyasıdır.
İkinci “anlayış”, bireyin öznelliğinin bedeninden tamamen ayrılabileceğine inanır. Bu “anlayış”, hazları değersizleştirir. Bu, ikinci “anlayış”, öznelliği biçimden koparır, maddesi olmayan bir içeriğe dönüştürür. Öznellikle bedenlerin birbirinden ayrılabileceğini kabul eden anlayışın bireyi, bedeni, yeni bir öznelliğe (“öbür” dünyadaki yaşama) geçiş için feda edilebileceğine inanır.
Birinci uygarlık “anlayışının” bireyi, bu dünyada bedenin sınırlarını zorlayarak, hazlarını maksime etmeyi arzulayarak yaşar. “Değişim değerleri” uygarlığında hazların maksimizasyonu, tüketimin (metaların, doğanın hatta öteki bireylerin) maksimizasyonuna, bu da paraya (kâr, faiz, rant, haraç, komisyon), bilimin bu amaçla kullanılmasına dayanır. İkinci uygarlığın bireyi, bedenin bu dünyadaki hazlarına, bilimsel düşünceye karşıdır, beden onun için yalnızca tüketilerek, ölümle aşılarak, başka bir dünyaya gitmenin aracıdır. Birinci uygarlıkta kapitalist gerçekçilik, ikinci uygarlıkta dinci metafizik bir “gerçekçilik” egemendir.
Her iki uygarlığın bireyi için doğa yalnızca bir tüketim nesnesidir. Hazlarına odaklı birey kısa dönemci, bireyci ve ben merkezcidir; işbirliği, uzun dönemli plan, diyalektik akıl ona yabancıdır. Küresel ısınma, deprem ve diğer doğal felaketlerden, toplumsal adaletsizlikten sürekli yakınır ama önlem almak, karşı çıkmak için, hazlarından fedakârlık yapmayı kabullenemez. Bedeni feda ederek bir başka yaşama gitmeyi arzulayan birey için ise bu dünya, beden(ler), Tanrı’nın bir süre için verdiği geçiş dönemi araçlarıdır. Ne oluyorsa Tanrı’nın gözü önünde olduğu için, küresel ısınma, deprem ve diğer felaketler de Tanrı’nın iradesinin sonucudur, bireyin önlemeye çalışması gereken olaylar değil.
Uğursuz buluşma
Deprem felaketinin bir kez daha gösterdiği gibi, Türkiye 20 yıldır, bu iki uygarlık anlayışının buluşmasının sonuçlarını yaşıyor. Siyasal İslamın insanı ve rejimi, “süreç olarak faşizm” işte bu uğursuz buluşmanın ürünüdür.
Bu, her felaket karşısında, sürekli “kader” açıklamasına sığınan, “Alın yazısında... ölecek yazılmışsa biz ona can veremeyiz, ömrünü uzatamayız” savını biteviye tekrarlayan, bu arada maddi ve cinsel hazlarını tatmin etmek için, bireysel, toplumsal düzeyde, tüketimine hiçbir etik, mali siyasi sınır tanımayan dinci faşist bir öznelliğin bireyidir.
Bu iki uygarlık “anlayışının” dışında bir başka “anlayış” da var: Öznellikle beden ayrılamaz ama aynı şey değildir. İkisi arasındaki farkta, bu dünyada, doğayı ve tüm canlılarla birlikte, tüketim nesnesi olarak görmeyen bir başka uygarlığı, eşitlik, özgürlük, adalet gibi hakikatler için mücadele ederek kurmanın olasılığı yatıyor.
Cumhuriyet / 16.02.23