Medyada yeni yılı değerlendirme yazıları sezonu kapanıyor. Yazılardaki yorumlara, beklentilere bakınca, bir “büyük dönüşümün” başladığına ilişkin algı ve o bağlamda yaygın bir anksiyete görülüyor.
“Yarın başka bir gündü...”
Lacancı psikanaliz anksiyeteyi “Bireyin, ‘büyük öteki’nin beklentisi/arzusu karşısındaki konumundan emin olamama” durumuyla ilişkilendirir (Seminer, 1962).
Dün “büyük öteki” (simgesel sistem, “egemen düşünce”), neoliberalizm, küreselleşme, liberal demokrasi iyi; milliyetçilik, devlet, sosyalizm kötü diyordu. Bireye “dünyadaki” yerini gösteren “bilişsel haritayı” bu koordinatlar belirliyordu. Bugün bu koordinatlar çözülüyor. Pandemi, “büyük güçler” arası rekabet, o bağlamda devreye giren korumacılık, sanayi politikaları, ekonomik/finansal yaptırımlar, hatta iklim krizi, devlet-piyasa ilişkisini tanımlayan varsayımları yıkıyor: Dünya ekonomisi, piyasa ve finans düzeyinde parçalanmaya başladı. Neoliberal küreselleşme karşısında şimdi, yatırım ve ticarette dostları tercih etmek (friend-shoring), bölgecilik, bloklaşma var. Liberal demokrasinin karşısında, ırkçı milliyetçi-dinci, mafyalaşmış rejimlerle ilerleyen “süreç olarak faşizm” var. Düşük enflasyon, istikrarlı büyüme, ucuz ve kolay kredi ortamı yerini “stagflasyona” bıraktı, borçlanma maliyetleri giderek artıyor. Bunlara, enerji, gıda fiyatlarındaki artışlar, hayat pahalılığı krizi, sonu gelmeyen pandemi, önlem alınamayan iklim krizi, 2022’de yeniden yükselmeye başlayan sendikal hareket de eklenince beklentilerin “bilişsel haritası” allak bullak oluyor. Terry Gilliam’ın, Brazil filminin son sahnesinden ödünç alırsak dün beklediğimiz yarın bugününkinden farklıydı. “Büyük öteki”nin “arzusu” ve “bizden” beklediği şey belirsizleşti.
...ama, o kadar da değil.
“Büyük dönüşüm” deyince akla hemen Polanyi’nin o ölümsüz yapıtı (1944) geliyor. Piyasa serbest bırakılırsa, toplumu, bireyin maddi ve ruhsal yaşamını ve doğayı çürütür gibisinden bugün daha da geçerli olan saptamaları bir yana, yalnızca, “100 yıllık barış” başlıklı ilk bölüme bakmak yeter. O bölüm “19 yüzyılın uygarlığı çöktü” saptamasıyla başlıyor; dünya ekonomisinin/pazarının nasıl parçalandığını, finans-kapitalin büyük savaşları engellerken küçük savaşları nasıl beslediğini, Osmanlı İmparatorluğu’nu bir arada tutamayacağını anlayınca paylaşılmasını örgütlediğini, “güçler dengesinin” bozularak kutuplaşmaya, silahlanma yarışına, nihayet “büyük savaşa” yol açtığını, daha sonra ayrıntılı biçimde değinmek üzere aktarıyor. Kısacası, 19 yüzyılda şekillenen liberal kapitalizmin küreselleşmiş finansallaşmış uygarlığı, 100 sonra büyük bir savaşa yol açarak çöküyor.
O bölümü dikkatle okuyanlar, o uygarlığın çöküş süreciyle “bugün” arasındaki benzerlikleri görmemezlik edemezler: Küreselleşme ve finansallaşma dağılıyor, ABD hegemonyası gerilerken, Çin yükselirken, küçük savaşlar (Kongo, Nijerya, Sierra Leone, Liberya, Çad, Libya, Yemen, Suriye, Ukrayna, Ermenistan-Azerbaycan...) çoğalıyor, demokrasi hem çevrede hem de merkez ülkelerde gerilemeye devam ediyor. O çöken uygarlığın en önemli merkezlerinden Almanya, Japonya yine silahlanmaya askeri harcamalarını hızla artırmaya, silah sanayilerini geliştirmeye başlıyor. Büyük güçler bir taraftan, Afrika ve Ortadoğu’da birbirlerine “sürtünmeye” başladılar, diğer taraftan ittifaklarını genişleterek bloklaşmaya çalışıyorlar.
Cumhuriyet / 09.01.23